Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

AKSAK DERVİŞ

Diğer Yazılar

KAMBUR

GURURUM

KAYIP

Murat Yuksel
Murat Yuksel
1979 Bafra doğumlu. Halen Bafra’da ikamet ediyor. AÜ Adalet Yüksekokulu mezunu. Yirmili yaşlardan bu yana yazıyor. Semih Gümüş, Zafer Köse, Bahar Yaka, Barış İnce gibi alanlarında yetkin isimlerin çevrim içi öykü atölyeleri, yaratıcı yazarlık atölyeleriyle seminerlerine katıldı. Öyküleri başta Edebiyatist ve Dedektif Dergi olmak üzere bir çok basılı dergide, ayrıca çeşitli internet sitelerinde, çevrim içi yayınlarda, şiirleriyle denemeleri yerel yayınlarla çeşitli internet sitelerinde yayınlandı. Perdelerin Ardında ve Dark Dedektif Suç Öyküleri-1 isimli kolektif öykü kitaplarında yer almıştır.

Derviş, ustasının çay tepsisine yerleştirdiği ince belli çay bardaklarını düşürmeden ama çayları da dökmeden ve ılıtmadan bir an evvel götürmek için çay ocağından aksayan ayağını sürüyerek alelacele çıktı. İki dükkân ileriden yan sokağa dalıp, çay ocağının hemen arkasına düşen mobilyacıya girdi.

“Nerde kaldın lan yandan çarklı?” dedi mobilyacı Hüsnü, kırmızı besili suratı, tombul, kel kafasıyla yazıhanesinin arkasından. “Bize yine sidik gibi çay içireceksen bardakları önümüze hiç koyma.”

Derviş, küçük, çipil gözlerinin ardından nefret dolu bir bakış attı Hüsnü’ye.

“Getirdi işte adam, ulan daha demin aradın, yapma günahtır, uğraşma  elin garibanıyla,” dedi, beyaz eşyacı Halil. Kırlaşmış sakallarını sıvazlayıp kemik rengi gözlüklerinin ardından Hüsnü’ye bakıyordu.

“Öyle deme Halil emmi, az anasınınki değil bu yandan çarklı, sen görme bunun böyle sesi soluğu çıkmadığına. Yüz vermeye gelmez bu s.ktimin tohumuna.”

“Tövbe tövbe. Getir oğlum getir, bırak şöyle masanın üstüne.”

Masanın önünde beyaz eşyacı Halil’in karşısında oturan muhasebeci Mustafa, hiç sesini çıkarmadan Derviş’e baktı. Gözlerini, ‘aldırma,’ der gibi yumdu üzerinde hâlâ dumanı tüten üç şekerli demli çay bardağını alırken.

Derviş, elleri titreye titreye, çayları dökmemeye çalışarak tepsideki diğer iki bardağı sahiplerinin önüne bıraktı, tepsisini alıp dükkândan çıktı. İçinden Hüsnü’ye, “S.ktir oradan,” diyordu. Elinden gelse şu anda Hüsnü’yü bir kaşık suda boğabilirdi.

Derviş, iki yıldır Ali Usta’nın çay ocağında çalışıyor, burada yatıp kalkıyordu. Kırk-kırk beş yaşlarındaydı. Uzun boylu, ince yapılı, beyaz tenli, temiz yüzlü olduğundan yaşını gösterdiği söylenemezdi. Aslen nereliydi ya da nereden gelmişti, bilen yoktu. Ali Usta, bir akşamüstü çay ocağını kapatacağı sırada, dükkânın önünde, kaldırım kenarında otururken görmüştü onu. Elleriyle tuttuğu başı, dizlerinin arasında, öyle duruyordu. “İyi misin biladerim?” diye omzuna dokununca Derviş, olduğu yere yığılıvermişti.

Ali Usta, hemen ambulans çağırıp Derviş’i hastaneye götürmüştü. Acildeki doktor muayene etmiş, tahlillerini yapmış, “Bu adam, çok bitkin düşmüş, günlerdir aç kalmış.” demişti.

Ali Usta hastaneden sonra güzelce karnını doyurmuştu Derviş’in. Nöbetçi eczaneden ilaçlarını da aldıktan sonra bu temiz yüzlü, başı öne eğik, bir ayağı hafif topallayan genci öylece bırakmaya gönlü elvermemişti.

“Kalacak yerin yurdun evin var mı biladerim?” diye sormuştu. Az çok olmadığını tahmin ediyordu. “Hadi gel bakalım, sen bana Tanrı misafirisin, anlaşıldı,” deyip almış, babadan kalma evine götürmüştü.

Ali usta, karısını doğum sırasında çocuğuyla birlikte kaybedince bir daha evlenmemişti. Çay ocağında, çevre esnaf ve dükkânın önüne attığı iki üç masayla emekli olacak yaşa gelmişti. Kimseye eyvallahı olmamıştı ama hayat hafiften kamburunu çıkarmıştı. O akşam Derviş’e güzel bir banyo hazırlamış, banyodan sonra kendi temiz çamaşırlarından ve kıyafetlerinden vermişti. 

Derviş o geceden sonra Ali Ustanın yanında çalışmaya başladı. Hem garsonluk yapıyor hem de çay ocağının temizliğiyle ilgileniyordu. Ali Usta, sonradan çay ocağının arkasına Derviş yatabilsin diye küçük de olsa bir yer yapmıştı.

Bir anda çıkıp gelen bu adamın kim olduğunu, nereden geldiğini herkes çok merak etmişti. Ama ne Ali Usta anlatmış Derviş’i nasıl ve ne halde bulduğunu ne de Derviş söylemişti kimseye nereden geldiğini. Bir süre sonra herkes alışmıştı bu yabancıya. Aksayan ayağına rağmen çevrede hemen herkese kendini sevdirmeyi başarmıştı. Ali Usta, birkaç defa nereden geldiğini soracak olmuşsa da adamcağız sadece başını eğmişti.

Derviş, elinde tepsi, yüzünden düşen bin parça halde içeri girince, Ali uUsta anlamıştı mobilyacının boş boğazlık edip Derviş’i kızdırdığını.

“Yine ne dedi o mendebur herif sana?”

“Usta, anam avradım olsun ben bu yavşağı bir gün öldürürüm, elimde kalacak şerefsiz, bak yazıyorum buraya.”

“Ben derim, bi daha karışmaz sana, tamam, sen boş ver onu.”

“Usta her seferinde söylüyorsun ama değişen bir şey yok işte. Adam laftan anlamıyor. Takacaksın bıçağı işkembesine, bak bir daha sesi çıkıyor mu?”

Ali usta, Derviş’in sadece dilinde olan delikanlı muhabbetini gülerek dinledi. Kimseyi incitmeyecek kadar yufka yürekli olduğunu öğrenmişti iki yıl içinde. O sırada gelinlikçi Ayten dört çay istedi.

“Al işte, biri bitti, diğeri başlar şimdi. Fosforlu Cevriye neler saydıracak bakalım? Hemen ver de soğudu etti diye tantana etmesin zilli.”

Ali usta dört tane çay doldurdu. Derviş, tepsiyi alıp aksaya aksaya çıktı dükkândan. Sadece iki dükkân sonrası gelinlikçiydi. İçeri girdi, ayaktaki müşterilere ve gelinlikçi Ayten’e çaylarını uzattı.

“Ne uyuşuk adamsın ayol, çabuk ol, çabuk,” diye cırladı ince sesiyle Ayten. “İşimiz gücümüz var, seni mi bekleyeceğiz burada bütün gün?” Sonra müşterilerine dönerek devam etti söylenmeye. “Kusura bakmayın. Bu yarım akıllıyla idare ediyoruz işte. Çay ocağına bir tane adam gibi adam bulamadılar Hoş, buna yarım adam da denmez ya, çeyrek işte.”

Müşteriler de Ayten’le birlikte soğuk soğuk gülmeye başladılar. Ayten’e, içinden söylenerek çıktı gelinlikçiden. Arkasından bakıp hâlâ gülüyorlardı.

Esnaf arasında onu sevmeyen birkaç kişiden biriydi gelinlikçi Ayten. Diğeri mobilyacı Halil, öbürü de manifaturacı Hasan’dı.  Oysa etliye sütlüye karışmayan, hayattaki tek derdi Fenerbahçe olan, takımı yenildiğinde kahrolup galip geldiğinde sevinçten deliye dönen Derviş’i çevredekilerin çoğu severlerdi. Çay götürdüğünde ikramda bulunurlar, sohbet ederler, hâl hatır sorarlardı. Ama Ayten, Halil ve Hasan’la yıldızı bir türlü barışmamıştı.

Şimdi de Hasan’a çay götürüyordu. Tam dükkâna girerken, aksayan ayağı diğer ayağına takılınca dengesini kaybetti, elindeki tepsiyi düşmeden zor toparladı. Çaylar, az da olsa çay tabaklarına dökülmüştü.

“Kör müsün lan, önüne baksana, öküz! Dingonun ahırına mı giriyorsun?” diye bağırdı Hasan.

“Bir şeyin yok ya hemşerim?” dedi oturanlardan biri, endişeli bir sesle.

“Bişey olmaz buna, dokuz canlıdır, çayları da dökmüşsün lan, bak bir dahakine kafandan aşağı boşaltırım kalan çayı. Kaybol!”

Muhasebeci Mustafa da buradaydı. Yine sesini çıkarmadı. Üç şekerli demli çayını aldı. Derviş, sessizce çayları verip çıktı.

Ali Usta, çay tezgahının arkasında boşları yıkarken bir yandan kulağı karşısındaki televizyondaydı. Karanlık Dosyalar adlı programın tekrarı vardı kanalda. “Sevgili karısını ve biricik kızını gözü önünde kaybeden, kendisi de sakat kalan Cinayet Büro Başkomiseri Engin Aksoy, soruşturduğu dosyanın çok daha derin ayakları olduğunu görüyor fakat pes etmiyor. Hastaneden çıkar çıkmaz dosyayı kaldığı yerden devam ettirerek bütün suçluların cezalandırılmasını sağlıyor. Bu bölümde sizlere iki grubun hâlâ çözülemeyen sebeplerden mafya hesaplaşmasına ve birbirlerini bitirmelerine kadar giden çatışmasını anlattık.  Olayın mimarının ilk cinayet soruşturmasını yürüten, bilerek ya da bilmeyerek arı kovanına çomak sokan Engin Başkomiser olduğunu söyleyebiliriz. Karısının ve kızının kanını yerde bırakmayan Engin Aksoy, en verimli çağında emekliliğini isteyerek bir sabah her şeyi arkasında bırakıp birçok soruyla birlikte şehri terk ediyor ve bir daha kendisinden haber alınamıyor.”

“Ne hayatlar var, vay arkadaş! Biz de yaşadığımıza hayat diyoruz,” dedi Ali Usta televizyonun önündeki masada çay içen müşteriye. Adam çayından bir yudum alırken başını salladı.

O sırada elinde boş tepsiyle içeri giren Derviş, “Ah ulan,” dedi ustasına. Elindeki tepsiyi tezgâhın üzerine fırlattı. “Elime bir tabanca verseler önce Halil’i, sonra Hasan’ı, en son da Cevriye Ayten’i kafalarına sıkıp öldürmeyen adam değil.”

“Amma meraklıymışsın biladerim sen de adam öldürmeye,” dedi ustası.

“Öyle deme usta ayağım takıldı, az daha düşüyordum. İnsanlıktan nasibini almamış ki köpek, halimi soracağına gelmiş bana bağırıyor.”

“Boş ver, seni bilen biliyor. Gel, öğlen geçti ya kan şekerin düşmüş senin. Hele bir karnımızı doyuralım. Ne yiyeceksin, ne söyleyeyim? Ben köfte yiyeceğim bugün. Yanına da güzel bol fındıklı bir sütlaç. Ne dersin ha?”

“Olur ustam, sen ne yersen bana da uyar.”

“İyi hadi bakalım.”

***

Bir akşamüstü beyaz eşyacı Hakan, elinde davetiye ile çay ocağına geldi. Hoşbeş ve bir iki sohbetten sonra, hafta sonu oğluna kır düğünü yapacağını, Ali Ustayla Derviş’i de o gün yanına yardıma istediğini söyledi. Gösterişli bir düğün olmasını istiyordu. Düğünlerinde mutlaka silah atılırdı. Yasaktı ama o işi de ayarlamıştı. Düğün pazar günü saat dörtte başlayacaktı. Öğlende Hakan’ın evinin önünde buluşmak üzere sözleştiler.

Pazar günü, sözleştikleri vakitte, düğün sahibinin evine gittiler. Düğün, Hakan’ın evinin karşısındaki geniş arsada yapılacaktı. Hazırlığa yardım ettiler. Masaları düzenlediler. Bayraklar asıldı, süslemeler, ışıklandırmalar yapıldı. Kendilerinden başka yedi-sekiz eleman daha vardı. Düğün çok kalabalıktı. Masaların hepsi doldu. Yeni masalar getiriliyor, davetliler resmen düğüne akın ediyordu. Düğün sahipleri gelenleri karşılıyor, boş masalara buyur ediyorlardı. Derviş’le ustası masalar arasında dört dönüyorlardı. Yorulmuşlar, terlemişlerdi. 

Derviş’in gözü bir ara arkalarda kalan bir masaya takıldı. Mobilyacı Hüsnü, manifaturacı Halil, avukat Kemal aralarına Ayten’i de almışlar, içiyorlardı. Takılar takılıp ve pasta yendikten sonra ailelerini göndermiş olmalılardı. Keyifli kahkahaları müziğin sesine rağmen Derviş’in kulağına kadar geliyordu. Önlerindeki birkaç büyük rakı şişesi boşalmıştı. Derviş’in baktığını gören Halil elini kaldırıp gelmesi için ona seslendi. Derviş istemeye istemeye gitti. Halil, peltekleşmiş diliyle anlamsız sözler mırıldanarak cebinden bir tomar para çıkarıp içinden seçtiği elliliği uzattı.

“Git bize iki paket sigara kap gel yandan çarklı,” dedi.

“Gitmişken meyve de alsın, daha epey buradayız,” dedi Hüsnü.

“Ayol fındık, fıstık bir şeyler de aldırın bari,” diye lafa girdi Ayten.

“Al bakayım şunu da,” diyerek tomarın içinden bir ellilik daha çıkardı Halil. “Paranın üstünü getir ha,” diye tembihledi.

“Zıkkım yiyin,” diye geçirdi içinden Derviş. Siparişleri aklında tutmaya çalışarak bakkala yollandı. İstediklerini alıp geldi. Paranın üstünü masaya koydu.

“Hani lan peynir?” diye çıkıştı Hüsnü poşetleri kurcalayıp aradığını bulamayan çocuklar gibi mızmızlanarak.

“Peynir istemediniz ki?” diyecek oldu Derviş.

“Kesss lannn,” diye gürledi Hüsnü. İyice küfelik olmuştu. Ayağa kalkıp elini kaldırarak Derviş’e efelenmeye kalktı. Ayakta durmakta zorlanıyordu.

“Ne diyorsun lan sen?” dedi, Derviş. Zaten yorgundu, bir de bu sarhoşların kendisini uşağı olarak görmelerine daha fazla katlanamamıştı. Çakır keyifti, damarlarındaki alkol cesaret iksiri gibi içini ısıtmıştı. “Öldürürüm lan sizi, gözümü bile kırpmadan leşinizi yere sererim, kimse alamaz elimden,” diye bağırdı. Diğer masalardaki başlar Derviş’in parmak sallayarak tehditler savurduğu masaya çevrildi.

O sırada muhasebeci Mustafa yetişti, Hüsnü’yü yerine oturttu, Derviş’i tuttu, eliyle sırtını sıvazlayıp, “Tamam sen işine bak, uyma sarhoşlara, bende burası,” dedi. Bir sandalye çekip yanlarına oturdu. Onlara çevrili yüzler önlerine döndü.

Derviş, öfkeyle kıstığı, iyice küçülmüş gözleriyle nefretle baka baka uzaklaştı yanlarından. Ayten’le Halil kafa kafaya vermiş bir şeyler anlatıp gülüşüyorlardı. Düğünde herkes kendi halindeydi. Eğlence devam ediyordu.

Derviş, ustasıyla ve diğer elemanlarla birlikte harıl harıl masalar arasında dağıttıkları pasta tabaklarını ve meyve sularının boşlarını topluyordu. Bir yandan davul zurnanın gürültüsü, bir yandan patlayan silahlar iyice kafasını şişirmişti. Sanki bütün kasaba buradaydı. Çocuklar ikide bir ayaklarına dolanıyordu. Bu akşam aksayan bacağı da haddinden fazla ağrıyordu. Kendini iyi hissetmiyordu. Astım krizi tutmasa iyiydi. Tam bu düşünceler içinde koşuştururken bir çığlık duydu. Arkasını döndüğünde Halillerin oturduğu masanın etrafına insanların toplandığını gördü. Merak edip, topallaya topallaya masaya yaklaştı. Gördükleri karşısında dehşete düştü.

Masadaki dört kişinin de başları önlerine düşmüştü. Hepsi de göğüslerinden tek kurşunla vurulmuştu. Dörtte dört. “Ancak bu kadar olur herhalde,” diye geçirdi içinden Derviş. İstese bu kadarını kendisi yapamazdı. Millet ah vah ederken, o cesetlere odaklanmış, bu kalabalığın arasında kimin, neden böyle bir cinayet işleyebileceğini kafasında ölçüp biçiyordu. Kim öldürmüş olabilirdi ki? Hem de aynı anda. Tek kişi mi yapmıştı yoksa katil birden fazla mıydı? Hüsnü, Halil, Kemal, Ayten. Dört maktulün ortak herhangi bir noktası olabilir miydi?

Biri koluna yapıştı. “Niye öldürdün lan adamları?” diye fısıldadı kulağına. Döndü baktı. Muhasebeci Mustafa’ydı soran. Yüzündeki ifade gayet ciddiydi.

“Ben yapmadım,” dedi. “Ben karşıdaki masaların yanındaydım. Burada bile değildim.”

“Bilmiyorum valla, öldürürüm dediğini kulaklarımla duydum. Herkes duydu. Birazdan yakalarlar seni. Kaç buradan.”

Ali usta geldi yanlarına. O da manzarayı görünce dehşetle Derviş’e baktı.

“Valla ben yapmadım usta. Ben diğer taraftaki masalardan boşları topluyordum, sen de peşimdeydin zaten, bak poşet elimde hâlâ. Hem niye öldüreyim, cani miyim böyle bir katliam yapayım? Silahı nereden bulayım? Etim ne budum ne benim?”

“Ben sana inanıyorum biladerim, hep peş peşe çalışıyorduk seninle de bu adamları vururlarken hiçbir Allah’ın kulu görmemiş mi koskoca düğün yerinde? Kameracı nereyi çekiyormuş o esnada? Yan masalardan gören yok mu?”

“Çağıralım usta kameramanı. İyi düşündün. Yan masalarda da herkes sarhoş baksana. Yine de sormak lazım tabi.”

“Sen kaybol buradan şimdilik. Biz bakarız.”

Etrafına şöyle bir bakındı. Herkes telaş içindeydi. Eğlence, yerini karmaşaya bırakmıştı En büyük şüpheli kendisiydi. Kaçması lazımdı. İyi ama nereye gidecekti? Fark ettirmeden kalabalığın arasına karıştı. O hengamede onun araya kaynadığını ve sokağın köşesinden çıkıp gittiğini kimse görmedi. Kıyıdaki sandallara kadar aksayarak nefes nefese koştu. Soluklanmak için durdu, arkasına baktı. Kimsecikler yoktu. Denizin hışırtısından ve sandalların sallanırken çıkardığı gıcırtıdan başka ses gelmiyordu. Kıyıda bağlı sandallardan birinin örtüsünün altına girip gizlendi. Nefesini toplayabilmesi için yarım saat geçmesi gerekti. Cebinden çıkardığı ventolinden iki fıs çekti. Ama ayağının ağrısı ona bütün gece sancılı soğuk bir nöbet tutturdu. Deniz kokusu sinmiş sandal, dalgalarla bir o yana bir bu yana sallanırken midesinin kalktığını, içtiği rakıların boğazına kadar yükseldiğini hissetti.

Derviş, sabaha kadar uyumadı. Ağrı ayağından vücudunun her yanına yayılmıştı. Cep telefonu kullanmadığı için ustasına ulaşamıyordu. Karnı da acıkmıştı. Ama açlığını düşünecek zaman değildi. Ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Polisler mutlaka şu anda her yerde kendisini arıyorlardı. Göründüğü takdirde zaten kasabada kendisini tanımayan yoktu. Hareketsizlikten, üzerindeki dalga vurdukça ıslanan ve gecenin soğuğunda demire kesen nemli örtüden, altındaki soğuk zeminden ve gece denizden vuran sert poyrazdan donmuştu. İşlemediği tam dört cinayetin en büyük ve tek zanlısıydı. Her şey kâbus gibiydi.

Ertesi gün hemen herkes akşam işlenen cinayetleri konuşuyordu. Olaya ilişkin hiçbir delil yoktu. Kameraman o esnada davul zurnacıları ve halay oynayanları çekiyordu. Peş peşe silahlar atıldığı için hangi ara vuruldukları da belli değildi. Derviş’in akşam masadakileri tehdit ettiğine şahit olan en az on kişi vardı. Tesadüf ya, masadakileri tehdit ederken, parmağını sallarken, muhasebeci Mustafa onu yatıştırırken kameranın çekim alanındaydı. Üstelik olaydan sonra Derviş kayıplara karışmıştı. Diğer masalardakiler sürekli silah atıldığı için birinin vurulduğunu anlayamamışlar, dolayısıyla kimin yaptığını da görmemişlerdi. Ama bir ara Derviş’in masaya gelip gittiğini hatırlayanlar vardı.

Polisler ilk olarak meraklı kalabalığı dağıtmış, olay yerini sarı şeritlerle muhafaza altına almıştı. Olay Yeri İnceleme ekibi, beyaz tulumlar içinde, ellerinde eldivenler, masa ve çevresinde delil olabilecek her şeyi numaralandırıp toplamışlardı. Kurbanların ruhsatlı silahları vardı ve yanlarındaydı. Masanın etrafında onlarca mermi çekirdeği vardı. Belli ki onlar da silah atmışlardı. Maktullerin hepsi sol göğüslerinden tek kurşunla yakın mesafeden öldürülmüşlerdi. Cinayet Masası dedektifleri  davetlilerin alandan ayrılmamalarını istemiş, olayla ilgili bilgisi olan herkesi not etmiş, şüpheli gördükleri herkesi göz altına almışlardı. Yine de baş şüpheli olaydan sonra kaçan, soyadı dahi bilinmeyen, çay ocağında sigortasız çalışan, kim olduğu meçhul Derviş’ti. Belki de gerçek adı bu değildi. Herkes kendi kendine konuşmaya başlamıştı. Zaten bu topal adamda bir şey vardı, dilinden öldüreceğim, keseceğim, biçeceğim lafı hiç eksik olmazdı,  sonunda dediğini yaptı şeklinde dedikodular Derviş’i peşin peşin katil yapmaya yetmişti. Derviş hakkında yakalama emri çıkarıldı.

Ali Usta, sigortasız işçi çalıştırdığı için ceza yediyse de bunu hiç dert etmedi. Onu esas üzen şey, Derviş’in böyle bir cinayeti işlemiş olma ihtimaliydi. Böyle bir olasılığın gerçekliğini dahi düşünemiyordu. Derviş’e güvenmişti. Evini açmıştı, iş vermişti, aş vermişti. Derviş’e katil damgasını konduramıyordu. Ama nihayetinde insanoğlu çiğ süt emmiş bir varlıktı. Üstelik polislerin de dediği gibi nasıl bunca zaman Derviş’in kimliğini görmemişti? Derviş hakkında nasıl hiçbir bilgisi yoktu? Karıncayı bile incitmeyen biriydi Derviş. Yok hayır, katil kesinlikle Derviş olamazdı. Öyle olsaydı, iki yıl içinde mutlaka bir şekilde anlardı.

Ali Usta, bütün geceyi karakolda ve polislerle birlikte geçirmişti. İfadesi alınmış, Derviş’in kimliğini sorduklarında, bilmediğini söylemiş ama inandıramamıştı. Derviş’i bulma hikayesini anlattı, iki yıldır yanında çalıştığını, herhangi bir yanlışını görmediğini, kendi halinde bir insan olduğunu, çay ocağının arkasında yatıp kalktığını söyledi. Yine de kendisini çok sıkıştırdılar. Suçluyu gizlemenin, bildiklerini saklamanın da en az cinayet kadar büyük bir suç olduğunu defalarca kendisine tekrarladılar. Çay ocağında arama yapıldı, evinde arama yapıldı. Savcının talimatıyla serbest bırakıldığında sabah olmuştu.

Cinayet Büro, tamamen Derviş üzerinde yoğunlaşmıştı. Onlara göre katil belliydi. Derviş yakalandığı zaman suçunu itiraf edecek ve dosya kapanacaktı. Haber, şimdiden televizyonlarda, gazetelerde ve sosyal medyada infial yaratmıştı. Derviş’in düğünde masadakileri tehdit ettiği ana ait video görüntüsü internette, bütün sosyal medya kanallarında dolanıyor, Derviş son zamanların en acımasız katili olarak yorumlanıyordu. ‘Düğünde Dehşet’ başlığıyla her yerde manşetti. Cinayet Büro için bu olay kendini gösterme fırsatıydı. Savcılık tarafından menfur olaya ilişkin derin üzüntü duyulduğuna ve en kısa sürede failin yakalanacağına dair yazılı bir açıklama yapıldı. Hakkında çıkarılan yakalama emrine istinaden, ekipler her yerde didik didik Derviş’i aramaya başladılar. Mahallede girmedikleri ev, bakmadıkları delik kalmadı. 

*** 

Ali Ustanın aklına önce Hamamcı Selim geldi. Öyle ya! Selim, gizliden gizliye aşık değil miydi bu Ayten karısına? Elin adamlarının arasında içki masasında görünce dayanamayıp kıskançlıktan çekip vurmuş olmasın hepsini? Pekâlâ olabilirdi. Ceketini omzuna atıp Selim’in çalıştırdığı hamama gitti. Onu, kapı önünde bir tabureye oturmuş, sırtını duvara yaslamış, spor gazetesini okurken buldu.

“Hayırdır, Ali Ustam? Hamama mı geldin? Bugün kadınlar günü biliyorsun. Ben bile kapı dışarıyım bak.”

“Yok ona gelmedim. Sen cinayet zamanı neredeydin?”

“N’oldu? Elemanının suçunu satacak adam mı arıyorsun?”

“Sen soruma cevap ver Selim, bırak gırgırı, neredeydin?”

“Ben o akşam şehir dışındaydım, düğüne de gelemedim. Şahitlerim de var. Hanımın akrabasının cenazesindeydik o gün. Git sor istersen. Sen kendine başka kurban ara Ali Usta. Anlıyorum seni. O masayı duyunca kıskandım evet yalan değil. Hatta kendi kendimi yedim. “Ben niye o masada yokum?” dedim kendime ama demek ki Allah’ın sevgili kuluymuşum, yoksa şu anda ben de öbür tarafta olacaktım. Ayten’e yanık olabilirim ama tutup onun için adam öldürecek kadar kafayı yemedim daha. Yok dostum, o kadar değil.” 

Ali Usta Selim’in eşinden de cenazeye gittiklerinin teyidini alınca, elleri cebinde kös kös geri döndü. Kaç gündür çay ocağını açmıyordu. İçinden açmak da gelmiyordu. Bu işi çözmeliydi.

Ali Usta, sokakta oynayan çocuklara bir şey görmüş olma ihtimaline karşı sorular sormaya başladı. Onlara bakkaldan aldığı gofretlerden verdi. Çocuklar da oyun oynar gibi cevapladılar soruları ama yine işine yarar bir şey öğrenemedi. İyiden iyiye canı sıkılmıştı. İçlerinden birinin elinde cep telefonu vardı, düğünde hoşuna giden bir kızı çekmişti. Diğerlerine gösteriyordu. Ali Ustanın kafasında bir an şimşekler çaktı. Çocuğun telefonunu elinden alıp, görüntülere baktı. Alakasız bir masayı çekmişti çocuk.

Ali Usta çocuğa telefonunu geri verirken düğün gecesi kimlerin cep telefonları ile çekim yaptığını hatırlamaya çalışıyordu. Eve gidince, aklına gelenleri tek tek yazdı. Tanımadıklarını da tarifle not etti. Hakan’dan, onların kim olduklarını ve adreslerini öğrenecekti. Bunlardan birinde kazara da olsa olayın görüntülerine ulaşacağını ümit ediyordu. Nitekim elinde ondan fazla isim ve bir o kadar da tarif vardı.

Hakan karşısında Ali Ustayı görünce çekmeceden bir zarf çıkarıp masaya bıraktı.

Ali Usta, “Sağol Hakan,” dedi. “Sana karşı mahcubum ama benim konuşmak istediğim bir mevzu var.”

“Valla Aliciğim, senin mahcup olacağın bir durum yok. Derviş’i düğüne ben istedim. Hem Derviş’in böyle bir şey yapacağı hiç aklıma gelmezdi. Çok şaşırttı beni çok.”

“Derviş işlemedi bu cinayetleri Hakan.”

“Yapma Ali. Polisler peşinde. Akşam da kaçıp gitti. Suçsuz olsa kaçar mıydı?”

“Ben istedim kaçmasını.”

“Sen mi istedin? İyi ama niye?”

“Çünkü bizim saf oğlan bu sarhoşlara akşam sizi öldürürüm demiş.”

“İyi ya işe, kendi ağzıyla demiş zaten, sonra da yapmış. Neyini savunuyorsun hâlâ cani herifin anlamıyorum ki.”

“Öyle değil. Adım kadar eminim. Bu işin içinde başka bir iş var. Kesinlikle yapan o değil.”

“Kim o zaman?”

“İşte ben de onun için geldim. Madem kameracı o sırada başka yeri çekiyormuş, madem kimse görmemiş vurulurken…”

“Eeeeee?”

“Eeeesi, bir sürü cep telefonu hatıra olsun diye ya da sosyal medyada yayın yapmak için kayıttaydı o akşam. Oynayanları çekiyordu. Bir tanesi mutlaka bilerek veya bilmeyerek cinayet anını çekmiş olmalı. Ben on kişiyi not ettim. Hatırladığım ama tanımadığım on kişi daha var. Onların kim olduklarını bana söyleyebilirsen telefonlarındaki görüntülere bakabiliriz. Oradan da katili bulmamız mümkün olabilir.”

-“Dedektifçilik oynayacağız yani Ali?”

“Bir nevi. Ne diyorsun?”

“Çocukken seninle çok hırsız polis oynamışlığımız var. E peki madem. Ver bakalım listeyi.”

Ali Usta, hazırladığı listeyi Hakan’ın önüne koydu. Hakan, tanıdıklarının isimlerini karşılarına yazdı. Tanımadıklarını eşine soracağını söyledi. Ayrıca hatırladığı birkaç isim daha ekledi listeye. İşini bitirince ayağa kalktı ve “Öyleyse en yakındakinden başlayalım ortak,” dedi.

Akşam olduğunda listedekilerin çoğu elenmişti. Maalesef kayda değer bir görüntüye rastlamamışlardı. Yine de Derviş’in, Ali Usta ile birlikte çalıştığı anların yer aldığı görüntü kayıtlarının kopyasını aldılar.

***

O gece geç saatlerde Derviş, karanlıktan faydalanıp arka bahçeden atlayarak Ali ustanın evine geldi, pencereye tıklattı. Ali Usta Derviş’i karşısında görünce pencereyi açıp hemen içeri aldı.

Ali Usta, gün boyu Hakan’la yaptıklarını tek tek anlattı Derviş’e. Derviş’in de aklına başka kimse gelmiyordu. Ama o başka bir şey bulmuştu.

“Usta,” dedi, “Öldürülen kişilerin hepsi de esnaf doğru mu?”

“Doğru,” dedi Ali Usta.

“Bunların iş yeri, dükkanları nerede?”

“Hepsi de yan yana ve arka arkaya.”

“Şimdi bu adamlar içinde tek mal sahibi olmayan kim?”

“Biziz. Biz de çıkacağız zaten yıl sonunda sözleşmemiz dolunca.”

“Aslında bu iş yerlerinin, dükkanların, mağazaların hepsi tek bir bina değil mi?”

“Evet. Eskiden iki kattan fazla bina yokmuş, zaten tütün mağazasıymış burası.”

“Peki hani bu bina yıkılıp yerine kocaman plaza dikilecekti? Senin de kira kontratın o yüzden yenilenmedi, haksız mıyım?”

“Evet de hâlâ anlamadım.”

“Usta, üst katlardaki avukatlar ve muhasebecilerle alt kattaki diğer dükkân sahipleri binanın yıkılması için müteahhite imza vermedi mi? Anlaştık demediler mi? Öldürülenler müteahhitle anlaşıp sonra adam muhtemel zararı karşılamayı kabul etmediği için anlaşmaktan vazgeçmediler mi? On dört, on beş dükkân sahibinin on taneden fazlası imza verdi diye biliyorum ben yanılıyor muyum?”

“Ama içlerinde ölen bir tane de avukat var.”

“Bana sorarsan o bok yoluna gitti. Bence bu işi yapan binanın yıkılmasını isteyen biri. İstemeyen, anlaşmaya yanaşmayan, engel olan çapanoğullarını ortadan kaldırdı, bunu yaparken de beni kullandı.”

“Tamam da kim?”

“Ben biliyorum galiba,” diyerek başladı aklındaki şüpheleri ve ipuçlarını Ali Ustasına anlatmaya. Bitirdiğinde Ali Usta, duyduklarına inanamaz bir halde oturduğu kanepeden hayretle doğruldu. Derin bir nefes aldı.

“Hadi canım!”

“Eminim. Bence o. İhtiyacımız olan tek şey suç aleti ve inanıyorum ki silahı atmadı. Kendisi şüphe altında değil, saklama gereği dahi duyduğunu sanmıyorum.”

“Off! İyi ama nereden bulacağız, nasıl ispatlayacağız?”

“Madem dedektifçilik oynuyoruz, ben kapana kısıldım, hareket edemiyorum, size sadece fikir verebilirim, en fazla akıl yürütebilirim. Doğru ya da yanlış çıktığını da fiili olarak siz kontrol edeceksiniz. Yanılmış da olabilirim. Ama denemeden öğrenemeyiz. Ben ortada dolanırsam polis hemen enseler beni. Dediğim gibi tek başına ya da yardım alarak işledi, nasıl yaptığını bilemiyorum ama silah ya evinde ya da ofisinde. Tabii ikinci bir kişi varsa onun kim olduğunu öğrenip onun da evini ve iş yerini aramak şart. İşe onunla başlayacağız, bulamazsak o zaman maktuller dışında kiminle sıkı fıkıysa onun üzerinden yürüyeceğiz.”

Ali usta, açlıktan nefesi kokan Derviş’i doyurduktan sonra onu evinin bodrumuna sakladı. Ertesi gün doğruca Hakan’ın yanına gitti.

“Hakan, galiba suçluyu bulduk,” diyerek, akşam olanları tek tek anlattı.

Şüphelinin çalıştığı saatlerde evinde sadece eşi bulunuyordu. Çocukları okuldaydı ama eşi ev hanımıydı. Tam ne yaparız da karısını evden uzaklaştırırız diye düşünürken Hakan, “Ben hanıma belli etmeden onu eve çaya davet ettiririm,” dedi. Bu arada listedeki kalan kişileri buldular, görüntüleri izlediler, işlerine yarayacağını düşündüklerini kopyaladılar. Şüphelinin ve Hakan’ın eşi arkadaş olduğu için ertesi gün kadın Hakanların evine gidince hemen işe koyuldular.

Aradıkları silah evde değildi. Ya da onlar bulamamışlardı. Her yeri aradılar. Kapalı bacaların içlerine kadar baktılar. Evin altını üstüne getirdiler. Yoktu. Silah evde değildi. O zaman silah ya bürosundaydı ya da şüpheliyi hafife almışlardı. Düşündüklerinden daha zekiydi, yakalanma ihtimaline karşı silahı güvenli bir yerde muhafaza ediyor olmalıydı. Belki de silahı yok etmişti.

Şüphelinin bürosunu nasıl arayacaklarını düşündüler. Ev kadar kolay olmayacaktı. Büroda bir tane daimî elemanı vardı. Kendisi müşterilerini ziyaret için her gün mutlaka bürodan ayrılıyordu ayrılmasına ama elemanı ne yapacaklardı? Burada devreye Ali Usta girdi. Şüpheli şahıs, müşteri ziyaretine çıkar çıkmaz kaptığı meyveli sodayı elemana götürdü. Patronun gönderdi, beklerken içersin, dedi. Eleman, her zaman içtiği sodayı kafasına keyifle dikti. Beş dakika sonra oturduğu koltukta uyuklamaya başladı. On dakika sonra  içi tamamen geçmişti. Ali Usta ve Hakan büroya girip silahı aramaya başladılar. Çekmecelere tek tek baktılar. Masanın her yerini didik didik ettiler. Küçük odaya girdiler, orada da bir şey bulamadılar. Dosyaların muhafaza edildiği odayı incelediler, dosyaların içlerine tek tek göz attılar. Yoktu.

Tam çıkarken, Ali ustanın dikkatini kitaplıktaki kalın muhasebe kitapları çekti.

“Bir dakika,” dedi Hakan’a. “Bir de şu kitaplara bakalım.”

Kitapları tek tek açıp kontrol etmeye başladılar. Aradıkları silah oradaydı.  Kalın bir muhasebe kitabının ortası oyulmuş, tabanca içine yerleştirilmişti. Dikkatlice kitabı aldılar. Aradaki boşluğu kitabın yokluğu anlaşılmayacak şekilde birleştirdiler. Geldikleri gibi sessizce çıktılar. Eleman hâlâ soluksuz uyuyordu.

Silahı hiç kurcalamadan, doğruca Emniyet’e götürüp teslim ettiler. Derviş’in katil olduğuna emin olan Cinayet Büro’daki dedektif, anlatılan hikâyeden pek tatmin olmasa da parmak izi ve mermiyle uyuşması için silahı incelemeye gönderdi. İlk incelemede mermilerin bu silahtan çıktığı tespit edildi. Silah ve mermiler balistik incelemeye gönderildi. Şüpheli, gözaltına alındı. Suçunu inkâr etse de cinayet zanlısı olarak delilleri karartma ve kaçma şüphesiyle Sulh Ceza Hakimliğince tutuklandı. Hakan, balistik incelemenin hızlandırılması için kriminaldeki tanıdıklarını devreye soktu. Bu süre zarfında Derviş’i saklamak Hakan’la Ali Ustaya düştü. Hakan hemen her gün arayıp balistik incelemenin çıkıp çıkmadığını sordu. Nihayet öğrendiğinde Derviş’e gidip teslim olmasını söyledi. Derviş, çekinerek de olsa karakola gidip teslim oldu. Peşinden Ali Usta ve Hakan da ayrı ayrı karakola gittiler.

Derviş, karakola girdiğinde başı döndü. Karakolun kokusu bütün vücudunu zangır zangır titretti. Derviş’i alıp oturttular, ellerini kelepçelediler. Durumu haber verdikleri Cinayet Büro’dan bir komiser, elinde dosyayla apar topar odaya girdi. Derviş’i gördüğüne inanamadı.

“Amirim? Engin Amirim? İnanmıyorum. Sizsiniz?”

Derviş kendisine hayretle bakan bir çift ela göze ilgisiz, soğuk bir şekilde cevap verdi.

“Derviş benim adım. Biriyle karıştırdın galiba Komiser?”

Komiser, teklifsizce Derviş’e sarıldı, karşısına oturdu. Cebinden sigarasını çıkardı, bir tane Derviş’e uzattı.

“Ağzıma sürmem. Lanet gelsin. Bu zıkkımdan ne anlarsınız bilmem,” dedi Derviş yüzünü ekşiterek.

“Yok artık,” dedi komiser. “Valla kusura bakma. Sensin işte. ‘Lanet gelsin’miş. Bu lafı senden başka söyleyecek bir Allah’ın kulu tanımıyorum bu memlekette. Beni tanımadığını söyleme, hayatta inanmam. Benim, Mesut Kılınç. Deli Mesut’un. Yapma Amirim. Elinde büyüdüm senin. Nikah şahidimdin. Bir anda ortadan öylece kaybolunca aylarca her yerde aradık seni. Nereye gittin, ne yaptın? Seni çok merak ettik. Çok şükür. Seni burada bulacağım hiç aklıma gelmezdi.” 

Sonra içeriye seslendi, bir polis memuru geldi. Ona Derviş’in bileğindeki kelepçeyi çıkarttırdıktan sobra, “İki tane demli çay kap gel bize sana zahmet,” dedi.

O sırada yanlarına gelen Hakan, Komisere kriminal raporunun geldiğini, sistemlerini kontrol etmelerini, Derviş’in suçsuz olduğunu anlatmaya başladı. Komiser güldü. Kriminal raporundan bilgisi olduğunu söyledi. Hakan’a da bir sandalye çekip oturmasını işaret etti.

“Ne Derviş’i?” dedi. “Benim amirim Engin olur kendileri. Ankara Cinayet Büro’nun göz bebeğiydi amirim. Ben buraya atanmadan önce birlikte çalışıyorduk. Elinde büyüdüm, ne biliyorsam her şeyi bana amirim öğretti. Sonra bir gün bizi bırakıp gitti. Silahını, rozetini, evini, her şeyini geride bırakıp.”

Şaşırma sırası Hakan’daydı.

“Anlamamız lazımdı,” dedi sonra Hakan. “Benim size anlattıklarımı bize anlatan Derviş’ti. Bütün ipuçlarını birleştirip vakayı çözen kendisi oldu anlayacağınız. Biz sadece onun dediklerini yaptık.”

“Şaşırmadım,” dedi Komiser, Derviş’e bakarak.

Bu sırada elinde cep telefonu ve yanında on beş yaşlarında bir kız çocuğuyla karakola Ali Usta girdi.

“Komiserim, merhaba. Ben Ali Yücel. Derviş’in çalıştığı çay ocağının sahibiyim. Bunu mutlaka izlemeniz lazım,” dedi. Elinde tuttuğu cep telefonundaki video kaydını başlatıp Komisere doğru uzattı.

Videoda gelin ve damatla birlikte halay çekenler kayda alınmıştı. Ancak uzaktaki bir masada, bir kişinin, sırayla masadakilerin masaya düşmüş bedenlerini ve kafalarını kaldırıp sandalyede geriye doğru yasladığı görülüyordu. Bunu yapan kişinin kim olduğu da açık seçik belliydi.

Komiser Mesut video kaydını bilgisayara kopyaladı. Telefonun sahibi olan kız çocuğunun babasını arayarak karakola gelmesini istedi. Ali Ustaya, Derviş’in aslında kim olduğuna dair Hakan’a söylediklerini tekrarladı. Şaşırma sırası şimdi de Ali Ustadaydı.

Derviş, yanı başında konuşulanların hepsini duyuyor ama tek kelime etmiyordu. Hiçbir tepki vermeden, sessizce etrafında olan biteni izliyordu. Çaylar geldi. Şekerleri kenara koydu Derviş. Şekersiz çayından bir yudum içtikten sonra, “Bak Komiser,” dedi. “Sözünü ettiğin kişi kimdir, necidir, bilmem, tanımam. Benim adım Derviş.”

Oturduğu yerden çipil gözlerini Komiser Mesut’un gözlerine dikerek konuşmaya devam etti.

“Ben kimseyi öldürmedim. Ali Ustaya şüphelerimi anlattım. Peşine düştüler ve yanılmadığımızı gördük. Bu muhasebeci Mustafa sinsi adam. Çok da uyanık. Düğün gecesi işlediği cinayetleri benim üzerime yıkmaya çalıştı. Ölen esnaf beni ezdikçe onlara diş bilediğimi, arkalarından sövüp saydığımı iyi biliyordu. Ama benim ne çıkarım olacak ki? Bu adamlar ha ölmüş ha ölmemiş? Ekmeğinin peşinde bir adamım ben. Yapsam, bu zamana kadar yapardım. Bugünü mü beklerdim.

“Hem düşünsene Komiser? Bu cinayetlerden en fazla menfaat sağlayacak kişi kimdi? Mustafa. Bak Komiser, benim çalıştığım çay ocağının mülk sahibi de o. Ali Usta kira kontratını yenilemek istediğinde, bu bina bu sene olmasa bile seneye mutlaka yıkılıp yenisi yapılacak diyerek kontrat yenilemeye yanaşmamıştı. Ustam az mı dil döktü çay ocağına geldiğinde Mustafa’ya? Yalan mı usta?”

Ali Usta başını salladı. “Hakkı var Derviş’in. Bu devirde, bu şartlarda yeni dükkân bulmak kolay değil.”

“Ayrıca üst katta kendisininkinden başka üç tane daha ofisi vardı. Müteahhitle şahane bir anlaşma yapmıştı. İşhanı yıkılıp yerine yapılacak çok katlı yeni binadan kendine daha fazla iş yeri alacaktı. Hem müteahhit Mustafa’ya yeni bina yapılana dek kendisine ait iş hanından aynı şartlarda dört tane ofisle bir tane de dükkânı kiralık olarak verecekti. Herhangi bir hak kaybı yaşamayacağı gibi inşaat bittiğinde ofisleri hem daha büyük hem daha modern olacaktı. Maktullerse anlaşmaya yanaşmıyordu. Çünkü müteahhit maktullere inşaat süresince yerleştirmek üzere aynı mahalde aynı büyüklükte kiralık dükkân bulamamıştı. Tutacağı dükkanlarda aylık kazançlarında kayıpları olduğu takdirde zararlarını karşılamaya da yanaşmıyordu. Bunu etrafta zaten bilmeyen yok. Doğru mu?”

Derviş, bunları derken bakışlarını Ali Ustayla Hakan’a çevirdi.

İkisi birden, “Vallahi de billahi de doğru, fazlası var, eksiği yok Komiserim,” dediler.

Hakan, kendisi de aynı binada mülk sahibi olduğundan konuşma gereği hissetti.

“Allah’ı var, ben teklifi kabul ettim, kaybedecek bir şeyim yok, çünkü benim müşterilerim belli zaten, yerimin nerede olduğu öyle pek önemli değil. Nerede kiralık dükkân tutacağının önemi yoktu. Yapılacak yeni bina tabii ki her bakımdan benim için çok daha iyi olacaktı ama birlik olunmadığı için çok da üstünde durmadım açıkçası.”

Derviş, çayından bir yudum daha alarak devam etti konuşmasına.

“Bak Komiser, Mustafa yine de her gün esnaflara uğrayıp onları bir şekilde ikna etmeye çalışıyordu. Bu duruma onlara her gün çay taşıdığımdan ben bizzat şahidim. Her dükkânda çayın birini mutlaka Mustafa’ya götürüyordum. Kulak misafiri olduğum kadarıyla her defasında muhasebeyle ilgili bir şeyi bahane edip anlaşmaya yanaşmayan esnafı ziyaret ediyor, lafı binanın yıkılıp yenilenmesi meselesine getiriyordu ama onlar Nuh diyor peygamber demiyorlardı. Başta da dedim Komiser, maktuller benimle sürekli dalga geçtikleri, beni ezmeye çalıştıkları için Mustafa da dahil, arkalarından çok sövmüşlüğüm var, tabi bir de içten içe kin beslediğim de aşikâr. Bütün bunlara hem çevre hem de Mustafa kolaylıkla şahitlik yapabilecekti. Hatta Mustafa başka esnafı da şahit gösterecekti yanında. Son olarak, düğünde yine maktullerle tartıştığım ve onları tehdit ettiğim için Mustafa ayağına gelen bu fırsatı tepmek istemedi. Bütün suçu tereyağından kıl çeker gibi benim üstüme attı. Avukatın ölümüyse bence tamamen kendi talihsizliğiydi Komiser. O gece masada bulunmasaydı avukat yaşayacaktı. Ne olduğuna bakmak için masanın yanına geldiğimde Mustafa kafamı karıştırmak için olay yerinden kaçmamı söyledi. Ben de kaçtım. Böylece bütün şüpheleri kendi üzerime çektim.”

“Bana da ‘Derviş’e söyle, kaçsın,’ dedi,” diye lafa girdi Ali usta.

“Mesele anlaşıldı,” dedi Komiser. “Gerisini ben tamamlayabilirim. Amirimin dediği gibi, siz silahı getirene kadar tek şüpheli kendisiydi. Çünkü sadece Mustafa değil, tehdit ettiğini gören ve şahit olan en az on tane daha tanık vardı. Bunun yanı sıra, düğün kameramanı da Amirim elini sallayıp masadakilerin üzerine yürürken kayıttaymış. Mustafa’nın, Amirime sarılıp onu masadan uzaklaştırdığı anları da videoya çekmiş. Ama getirdiğiniz silah ve anlattığınız hikâyeden sonra soruşturmanın seyri değişti doğal olarak. Aldığımız ifadelerden de sizin anlattıklarınıza benzer bilgilere ulaştık. İlk incelemede silahla mermiler uyuşmuştu. Tek eksiğimiz balistik incelemeydi, o da tamam oldu. Maktuller aldıkları aşırı alkolün etkisiyle sızmaya başlayınca hepsini tek tek öldürmüş. Sonra da oturdukları sandalyelerde kimse fark etmeden hepsini geriye yaslamış. Biri masadakilerin içkiden sızdığını zannedip uyandırmak istemiş ama öldüklerini anlayınca çığlığı basmış.”

“Avukatı öldürmesinin sebebi neymiş Komiserim?” diye sordu Hakan.

“Masaya en son oturan Mustafa olduğu için geride şahit bırakmamak için avukatı da öldürmek zorunda kaldığını düşünüyoruz. Kendisi hâlâ inkâr etse de balistik inceleme sonucundan ve bu görüntülerden sonra sığınacağı bir yer kalmadı. Bence cinayet planını daha önceden hazırlamış olmalı. Tehdit olayı da piyangodan çıkan büyük ikramiye oldu onun adına. Böylece cinayetini kolaylıkla üzerine atabileceği birini buldu.”

“Ne yapıyoruz şimdi?” dedi Ali Usta.

“Birkaç usuli işlem var. Konuyla alakalı olarak dosyayla ilgilenen Amirimle ve Savcı Bey’le bizzat görüşeceğim. Engin Amirimi yazılı beyanından sonra öyle kolay bırakacak değilim, konuşacak çok şeyimiz var.”

Hep birlikte Derviş’e baktılar.

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

En Son Yazılar