Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

ŞERİF’İ KİM VURDU?

Diğer Yazılar

KAMBUR

GURURUM

KAYIP

Öncelikle onun kim olduğunu anlatmakla başlamalıyım. Nüfusunda yazan isim, Şerif Saygılı olabilir ama arkadaş, bir insanın karakteri soyadına bu kadar mı uymaz? Ben hayatımda onun kadar ağzı bozuk bir adam daha görmedim. Otuz saniye içinde bir insan kaç kere küfür edebilir Allah aşkına? En fazla bir ya da iki tane sallarsın. İnanın  bu otuz saniyelik sürenin tanındığı kişi Şerif abiyse annenizin soy ağacından başlayıp büyük büyük babanızın atalarından birinin saraya kaçan topunu alırken başına gelenlere kadar yüz kızartıcı,bir o kadar da renkli bir sürü hikâye sıralayabilir.

  Eski polis olduğundan herkes ona “Kasabanın Şerif’i” derdi. Eskiliğinin nedeni emekli oluşu değil , yaptığı efsane bir hareket yüzündenmiş ama hiçbirimiz tam olarak ne yaptığını bilmiyoruz. Kimi amirine ana avrat sövüp üstüne yürüdüğünü söyler, kimi de malum bıyıklıların kümelendiği teşkilattaki bir üst rütbeliyi hastanelik edene kadar dövdüğünü. Bara alınmadığı için silahla mekâna dalan bir vekilin oğlunu bacağından vurduğunu söyleyenler de var, hatta hesap sormaya gelen babasını da pataklamış. Hangi hikâyenin doğru olduğundan emin değiliz. Onun da bu konudan bahsettiğini hiç duymadık.E, sormaya da kimsenin cesareti yetmedi.

 Uzaktan bakıldığında çok da tehlikeli bir adam değildi. Artık ellili yaşlarının sonuna gelmiş, hiç güneş görmemiş gibi soluk bir tene sahip, bir seksen beş boylarında, zayıf bir adamdı. Zayıf olmasına zayıftı ama kürek gibi elleri vardı. Hani kilosundan şikâyet edenler “Benim kemiklerim iri bi’ kere!” derler ya. Hah işte! Onunkiler gerçekten de iriydi. Saçlarının çoğu dökülmüştü. Ensesinde duran bir tutam saçı saymazsak tabii. Genelde ipe asılı yakın gözlüğü boynunda olurdu.Çatık kaşları,avını ürkütücü bakışlarla süzen masmavi kurt gözleri olmasa onu rahatlıkla bir coğrafya ya da tarih hocası sanabilirdiniz. Bir de simgesi haline gelmiş uzun siyah pardösüsü var tabii. Yazın bile giyiyor muydu acaba? Vallahi olabilir.

Uzaktan lise öğretmenine benzeyen bu polis eskisi artık özel dedektiflik yapmaktaydı. Kaba kuvvet kadar keskin zekâsını da kullanırdı. Aldığı işler öyle eften püften takip işleri de olmazdı. Hatta pek dillendirilmese de açıktan polise yardım ettiği de bilinen bir gerçekti. E, sonuçta hâlâ teşkilatta arkadaşları vardı adamın.

Zengin müşterilerin faturasını kabartmayı severdi ama ihtiyacı olanlara da yardımcı olurdu. Kendince bir sistem oturtmuştu bu konuda. Eğer Şerif sana yardım ettiyse, bir gün seni çağırdığında koşulsuz gidecek, istediği şeyi yapacaktın. Net! Yiyorsa yapma. Bu istekleri de zaten kendisi için değil yardıma ihtiyacı olanlar içindi.

İşte böyle eksantrik, eşine kolay kolay rastlayamayacağınız bir adamdı “Kasabanın Şerif’i”.

Ve iki gün önce öldürüldü…

Akşam Tekel’e giderken yoldan geçen bir arabadan açılan ateş sonucu göğsünden vuruldu. Ucuz aksiyon filmlerindeki gibi. Hakkında pek çok şehir efsanesi olan adam artık basit bir üçüncü sayfa haberiydi.

 Şerif abi kimi kızdırmıştı da sonu böyle olmuştu? Ve kimdi o kansızlar?Ne olursa olsun bu soruların cevabını bulacak ve ona bunu yapanlara hak ettikleri cezayı verecektim. Hiç değilse ona olan borcumu, intikamını alarak ödemeliydim.

Evet, ben de o Şerif’in sistemine dahil ettiklerindendim. Pek de hoş bir insan evladı sayılmayacak babamın yarattığı terörle geçen ergenliğimde kurtuluşu dövüş sporlarında bulmuştum. Böylece hem kendimi korumayı öğrenmiş hem de sakin, disiplinli biri olmayı başarmıştım. Zamanla bu işte ne kadar yetenekli olduğumu fark edince turnuvalara kaydoldum. Neyse uzun uzun anlatmaya gerek yok, odamda bir sürü kupa,madalya olduğunu bilmeniz yeter. Katıldığım turnuvalardan birinde sakatlanınca kendimi pek de hoş olmayan işlerin içinde buldum. Bunların arasında illegal dövüşler ve birçok saçma sapan adamın korumalığı da vardı. Sonuçta hâlâ dövüşebiliyordum. O, bu, şu derken sonunda reis dediğimiz sözde abilerimizden birinin bulaştığı suçu üstlenmem gerektiğini söylediler.

“Yatıp çıkarsın bi’şey olmaz,” dediler . Tabii ki kabul etmedim. Sonrası bin bir türlü bela. Neyse işte, Şerif abi sayesinde kurtuldum o işlerden. Ona borcum olan iyiliğin zamanını beklerken de düzenli bir işe girdim. Okulu bitirdim. Ama ödeme sıram hâlâ gelmemişti. Yaşım ilerlese de üniversite sınavına girdim. Şerif abiden ses yok. Okula kaydoldum hâlâ ses yok. Bir yandan okurken diğer yandan spor salonunda hocalığa başladım.

“Bir ara illaki çağırır.” diyorken hayatımı pisliklerin elinden çekip alan adam ansızın,yine pislikler tarafından öldürülüverdi.Bense ona olan borcumla kalakaldım.Fakat bu iş daha bitmedi.Onları bulacağım ve yaptıklarını ödeteceğim. Özgürlükleriyle ya da kanlarıyla.

Antremandan sonra Kadıköy’e inip Akmar Pasajı’na geçtim. Şerif abinin arkadaşlarından Satanist Sami’nin dükkânı oradaydı. Lakabına bakmayın olsa olsa en fazla Ateist Sami olur. 2000 yılındaki satanist, daha doğrusu metalci avında polislerin bastığı dükkânındaki bazı fanzinler yüzünden gözaltına alındığı zaman tanışmıştı Şerif abiyle. Ne polisler neye bakacaklarını biliyor ne de Sami abi üç beş çocuğun yazdığı fotokopi dergiyi açıklayabiliyordu. En sonunda Şerif abi olaya el koyup “Lan manyak mısınız a%@* salakları? Adam Kadıköy esnafı, ne anlar o işlerden, salın gitsin herifi.” diyerek Sami’yi kurtarmıştı. Böylece tanışıklıkları zamanla dostluğa evrilmişti. Ama bu Sami’nin “Satanist” lakabını almasını engelleyememişti. Zaten Şerif abinin bir huyu da lakap takmasıydı. Bayılırdı abuk subuk lakaplar takmaya. Mahalle esnafı desen zaten onlar bu lakapları kullanmaya dünden razıydılar.Şerif abi birine şöyle güzelce takılsa da neşelenseler.

Bugün o neşeli hallerinden eser yok,suratlar asık.Kitap satmaya çalışan çocukların bile müşterilere pek ilişesi yok. Kakofoninin daimi olduğu o dar pasaj oldukça sessiz.

İnsanların arasından hızlıca yürüyüp Sami abinin dükkânına giriyorum. İçerisi aslında ufak sayılmaz ama o kadar çok plak ve CD ile dolu ki iki kişinin yan yana durması neredeyse imkânsız. Plaklardan arta kalan yerlerde müzik dergileri -hepsi orijinal çünkü Sami abi 2000 yılından beri dükkâna fanzin sokmuyor-, duvara asılmış rock tişörtleri duruyor. Dükkân düzenle kaos arasında ince bir çizgide gidip geliyor.

  Dükkandan içeri girdiğimi görünce gülerek ayağa kalkıyor. Sami abi her gün farklı bir rock grubunun tişörtünü giyer. Bugün üstünde Ankara rock efsanesi Dr. Skull’un tişörtü var. Punk saçlı kuru kafa amblemine Sami abi’nin koca göbeği farklı bir boyut katmış. Kafa tası her hareketinde canlı gibi dalgalanıyor.

“Ooo yakışıklı n’aber?”

“İyidir Sam abi. İşte, nasıl olsun? Senden n’aber?”

“N’olsun be Tibet. Sen nasılsan ben de öyleyim işte.” Sami abi beni selamlarken keyifli olmaya çalışmıştı ama Şerif  aklına gelince doğal olarak yüzü düşmüştü. Acayip olurdu böyle anlar. Bir şeye yüzün güler akabinde hatırlar ve susarsın. Gülümsemen solar, sanki suç işlemişsin gibi.

Yine de gelip sarılıyor,bense koca gövdesi içinde kayboluyorum.Yanlış hatırlamıyorsam eski güreşçiydi. Bu cüssenin başka izahatı olamaz zaten. Klasik bir metalci eskisidir Satanist Sami. Top sakal, çoğu kelleşmiş olsa da inatla arkadan toplanmış at kuyruğu saç. Boyunda, bilekte bir sürü takı, yüzükler.

 Çay söylüyor, oturup içiyoruz. Ne oldu, nasıl oldu onu tartışıyoruz. Neden hâlâ cenazesini vermediler diye soruyorum. “Otopsi,” diyor. Bir de biçecekler adamcağızı, sanki bir işe yarayacak. O adamı vurmak o kadar kolay değil. Kim yaptıysa kılıfını çoktan hazırlamıştır.

 “Abi…” diyorum başlıyorum anlatmaya. “Oğlum delirdin herhalde? “Sen ne anlarsın o işlerden?” diyor. Konuşuyoruz… Bir şekilde ikna ediyorum. “Ben bu işi araştıracağım, seninle ya da sensiz.” Uzun uzun tartışıyoruz. Bir kabul ediyor arkadan vazgeçirmeye çalışıyor, derken dökülüyor ufaktan.

“Peki, bak  neyi araştırdığını bilmiyorum ama ciddi bir şeylerin peşinde olduğunu anlamıştım. Daha asabiydi, artık öyle bir şey nasıl olabilirse işte anladın sen. Tornado var ya hani şu Moda’ya çıkarken, bar. Hah! İşte orada çalışan bir çocuğu sordu. Adı Serkan. Bildiğim kadarını anlattım işte. Sonra bir şey demeden kalktı gitti. Bir de…”

“Bi’ de ne ?”  Sami abi düşünceli bir şekilde kilitledi bakışlarını. “Kıçıbaş’ı bana bıraktı.”

Kıçıbaş, Şerif abinin köpeğiydi. Yaşlı bir K-9 Alman kurdu. Bir dönem kuyruğunu kovalarken durmadan daireler çizdiği için bu lakabı almıştı. “Kasabanın Şerif”inin geniş hayal gücünün bir kurbanı daha. Şerif abi onu gezdirmediği zamanlarda ofisinde tutardı. Sami de olsa başkasına bırakması ilginçti. Belki de başına gelecekleri az çok tahmin ediyordu.

Ofisine uğramaya karar verdim. Belki bir not ya da bir ipucu bulabilirdim. Hızla kalktım, kaybedecek vakit yoktu. Fakat kalkmamla oturmam bir oldu. “Ulan ne salağım! Serkan’ı sormayı unuttum,” dedim kendi kendime.

“Şu Serkan’ı bana da anlatsana abi. Olayı ne bunun?”

“Barda çalışan bi’ çocuk işte. Saçma sapan bi’ herif. Bi’ sürü dövmesi var. Kız düşürmek için havalı havalı konuşup salak aforizmalar yapmaya çalışan tiplerden. Yani pek belalı olmasa da biraz yamuk tiplerle ilişkisi var, diye biliyorum. Sonuçta herif ağır müptezel. Birkaç torbacıdan daha fazlasını tanıyor galiba. Ama ben de pek bir şey bilmiyorum işte.

“Tamam abi, sağ ol. Bu kadarı bile yeter başlamam için,” dedim ve bu sefer gerçekten ayaklandım. “Aman dikkatli ol, bak bulaşma belaya…” türevinde nasihatlerinden sonra pasajdan hızlıca çıkıp Şerif abinin ofisine gittim.

Eski bir iş hanındaki ofisin kapısını, pek övünemeyeceğim geçmişimden kalan bir beceriyle açtım. İçeri sessizce girdiğimde yalnız olmadığımı anladım. İki odalı küçük ofisin solda kalan kısmı arşiv bölümü sağ taraf ise müşterilerle görüştüğü ofis kısmıydı. Sesler ofisten geliyordu.Bir şeyler karıştırıldığını duyuyordum. Etrafa atılan kağıtların sesi. Büyük ihtimalle dağınık masasındaki notlar.

Kapıyı yavaşça kapayıp ofise doğru sessizce yürümeye başladım. Girmeden önce kapı aralığından bakıyorum.Karşılaşacağım kişiyi görüp ona göre pozisyon alacağım. Ne yazık ki seslere o kadar dikkat kesilmiştim ki arkamda kalan arşiv kısmına göz atmak hiç aklıma gelmemişti. Bu hatamı kafama yediğim darbeyle anladım.PAT! Sonrası karanlık.

***

“Kim lan bu herif? Ne yazıyor kimliğinde?”

“Adı Tibet. Tibet Taylan.”

“O ne lan öyle? Süper kahraman adı gibi saçma sapan. Ah, bak ayılıyor. Şşşş… kalk bakayım. Sana diyorum, lan doğrul bakiym.”

Kendime gelirken yavaş yavaş doğrulmaya çalışıyordum ama pek kolay olmuyordu. Herif fena vurmuştu kafama. Zor zar da olsa anca dizlerimin üstünde durabiliyordum. Görüşüm netleştiğinde karşımda iki adam vardı. Biri benim yaşlarımda, esmer, ince uzun, kirli sakallı ve pis suratlı bir adam. Elinde tabanca vardı. Kafama vuran puşt oydu büyük ihtimalle.

Diğeri ise ondan daha yaşlıydı. Tahminen kırklarının sonlarında. Hafif şehla, şaşkın suratlı bir tip. Öbürüne göre biraz daha kısa. Genç olan kapüşonlu yeşil bir kaban ve kot giymişti. Büyük olan da hemen hemen aynı tarz giyinmişti.

 Puşt olan sarsıyor beni. Kendime gelmemi iyice zorlaştırıyor bu hareket. Yüksek sesle sertçe konuşuyor.

“Kalk lan kimsin sen? Söyle lan! Kız nerde? Söyle!”

“Kimsiniz siz ya? Ne arıyorsunuz burda?” dememle genç olan suratıma sert bir tokat attı. Ah işte ihtiyacım olan ilaç buydu. Beni biraz kendime getirdi bu tokat.

“Lan soruları biz soruyoruz, dürzü! Söyle dedim kız nerde? Nereye sakladı o hıyarağası onu?”

 Öbürü de sıkkın, olduğu yerde dönüp bir masaya dayandı. Cebinden bir tespih çıkarıp huzursuzca çevirmeye başladı.

“Abi ne kızı Allah aşkına? Anlamıyorum ne dediğinizi. Ben Şerif abi için gelmiştim.”

“Ulan bırak martaval okumayı herifin öldüğünü dünya âlem duydu. Bak, son kez soruyorum nerede kız? Nereye sakladınız?”

“Abi, beni Osman abi gönderdi ya. Şerif abinin bizim dükkâna birikmiş borcu vardı. Onu almaya geldim ben.”

Biraz safa yatıp vakit kazanmam lazım bu herifler beni yaşatmazlar. Uygun pozisyonu bulur bulmaz ikisini de indirmeliyim. Yaşlı olan sakin olmaya çalışarak sordu: “Oğlum, ölmüş adamdan nasıl alacaksın borcu?”

Biraz kem küm ettikten sonra “Abi işte biz de hep söze göre hallediyorduk işleri. E, şimdi Şerif abinin durum da malum. Yani hani bir köşede bir şey vardır belki diye bir bakayım dedim. Yanlış anlamayın borcu kadar alacaktım sadece.”

“Ofisi patlatacaktım diyorsun yani?” dedi sertçe.

“Yok abi, olur mu hiç…” dedim. Adam hızlıca lafımı kesip  “Neci senin bu Osman abin bakayım?” diye soruverdi.

“Eee! Şey abi, şeyciyiz biz.” İki dakikada dünyanın yalanını sıkmıştım ama Osman abiye bir meslek uyduramıyordum. Yavaşça doğrulmaya başladım. Bir yandan da sendeliyormuş gibi yapıp genç olanla arama küçük bir mesafe koymaya çabalıyordum. Kendime geldiğimi fark ettirmemeliydim.

“Eee?” dedi gevrekçe. Aynı anda ben de “Kırtasiye! Kırtasiye be abi. Kaç aylık bakiye var.” diye verdim cevabı hızlıca. Bir yandan da kafamı ovuşturup yediğim darbenin verdiği sersemliği abartıyordum

“Kırtasiye borcu için ofise gizlice girdin öyle mi?” dedi adam. Genç olan hemen ardından yine bağırmaya başladı. Bir yandan da elindeki tabancayı gevşek bir şekilde tutmuş parmağını sallar gibi bana doğru sallıyordu.

“Ulan bak son kez soruyorum nere…”.

Eline hızlıca vurdum. Silahı yere düştü. Şaşırmasını fırsat bilip bileğinden yakaladım, kolunu hızla büktüm. Bu sırada yaşlı olan doğrulup elini beline atmıştı. Ama ona bu fırsatı tanımadan hızla bir tekme savurdum. Göğsüne yediği tekmemin şiddetiyle az önce dayandığı masaya çarpıp geriye doğru takla atarak düştü. Bu sırada genç olanın bükülü elini tutarken kontrolümü biraz kaybetmiş olmalıyım ki iç gıcıklatan bir çatırtı duyuldu. Adam acıyla bağırdı.

Ama elini bırakmadım.

“Kimsiniz lan siz? Konuş! Yemin ediyorum o elini öyle bir hale getiririm ki bir daha kullanamazsın. Konuş dedim!”

“Ah! Bırak lan… Bırak. Öldün oğlum sen! Öldün!” Bükmeye devam edecektim ama diğeri masanın arkasından silahını çekmiş şekilde kalktı. Biraz önce düşerken başını bir yere çarpmış olmalıydı çünkü öfkeyle çarpılmış suratı kan içindeydi.

“İsmail abi vur şunu!” diye bağırdı ama İsmail abisinin silahını çekmiş olması beni durduramazdı. Adamı önüme çekip olduğu yerde döndürdüm. İsmail ne dolduğunu anlayamadan arkadaşını silahla benim aramda bulmuştu. Ateş edemedi. Bu arada masaya sağ ayağımı koyup olanca gücümle ittirdim. Masa fırlayarak İsmail’i duvara sıkıştırdı.  Acıyla bağırırken havaya bir el ateş etti. Doğrulmasına fırsat veremezdim. Suratına savurduğum ikinci bir tekmeyle onu bayılttım.

Acı ve nefretle küfürler eden diğeri, göğsünde tuttuğu kırık eline inanamaz şekilde bakmaktaydı. Panikle üstüme çullandı ama yaptığı nafile saldırıyı kolayca savuşturup bir çelmeyle adamı yere yapıştırdım. Daha sırt üstü yere kapaklanmanın acısını kavrayamadan yüzüne attığım yumrukla bayıldı.

 Onları sorgulayacak vaktim olmadığı için ikisini de bayıltmak zorunda kalmıştım. Silah sesi yüzünden birileri mutlaka buraya doğru gelirdi.

Cüzdanlarını açıp kimliklerine baktım. Karşılaştığım manzara hiç hoş değildi. İsmail Demir ve Alperen Sayman…  Narkotik polis!

İki polisin gizlice girip talan ettiği ofiste kalakaldım. Bu ikisi kim bilir nasıl bir işin içindeydi. Ah Şerif abi! Sen nasıl bir pisliğin içine düşmüştün? Sen, şimdi de ben. Biri gelmeden ya da bunlar ayılmadan buradan gitmeliydim çünkü bu durumu asla açıklayamazdım. Adamlar beni her türlü suçlu duruma düşürürlerdi. Hemen dağınık odayı arayıp kimliğimi buldum,ofisten çıktım.

Doğruca merdivenlerden indim. O sırada kapılar açılmaya ve insan sesleri de duyulmaya başlamıştı. Sokak kapısından çıkarken ceketimin kapüşonunu kafama geçirdim. Sanmıyorum ama kapının çıkışındaki kamera çalışıyor olabilirdi. Gerçi girerken kesin görmüşlerdi beni. Zaten adımı da öğrenmişlerdi. Acele edip bir an önce buradan uzaklaşmalıydım.

 Hızlı adımlarla boğa heykelini geçip yokuş aşağı, iskeleye doğru yürüdüm. Ulan, orası da karakolun dibi! Neyse, sakin ol. Sonuçta CIA ajanı mı bunlar seni hemen yakalayacaklar? Postanenin sokağına girince sakinleşmeye başladım. Bu adamlar polis olmasına polisti ama kanunsuz işler peşinde oldukları belliydi. Aksi hâlde, neden beni o şekilde sorguya çeksinlerdi? Evet, evet peşime düşeceklerse kendileri düşerdi. Merkeze anons geçip beni yakalatmaları zayıf ihtimaldi. Gerçi bu daha mı iyi bilemedim ama en azından bana vakit kazandırırdı.

Moda’ya doğru çıkarak Tornado’ya girdim. Birkaç ufak numarayla Serkan’ın yerini soruşturdum ama pek dişe dokunur cevaplar alamadım. Evinin adresini ya da telefonunu bulsam iyi olacaktı ama çalışanların dünyadan haberi yoktu ya da bana bu bilgileri vermemek için yan çiziyorlardı.

Dışardaki masalardan birine oturup bira söyledim.Barın etrafındaki konuşmalara kulak kabartmaya çalışırken bir kız yanıma gelip “Sen Serkan’ı mı arıyorsun?” diye sordu. Gümüş rengi kıvırcık saçları ve çeşit çeşit dövmenin yanı sıra burnunda da kocaman bir hızma vardı. Boyun hizasında kesilmiş saçları o kadar kabarıktı ki kız etrafta gezerken ona bakmamak elde değildi. Aslında kız pek de güzel sayılmazdı ama tarzı sayesinde çekici olmayı başarıyordu.

Kız. Tabii yaa! Adamlar bir kızı arıyorlardı.

Kaybedecek bir şeyim yoktu, altı gelmesi için dua ederek zarları attım.

“Ben aslında Serkan’dan çok onun kız arkadaşını arıyorum. Ona bi’ şey vermem gerekiyordu.”

“Serenay mı? Onu mu arıyorsun?”

“Evet ,” dedim ama umarım sesim çok heyecanlı çıkmamıştı. Kız beni tartarak konuşmaya devam etti.

“Ya ben de bayağıdır ulaşamıyorum ona. Telefonlarını kaç gündür açmıyor. Sen ne verecektin ki ona.”

“Eee işte özel bi’ şey, bir kargosu vardı benim adrese gelen, onu vereyim diyordum.” Artık uyuşturucuyu daha ne kadar üstü kapalı tarif edebilirdim bilmiyorum. Anlatılan Serkan profilinden kızın da kullanıcı olduğuna emindim; yine de ihtimalleri düşünüp yuvarlak konuşmak en mantıklısıydı.

“Yaa? İstersen bana ver, gelince ona bırakırım.” Kafamı hayır anlamında sallayınca kız sersem bir ifadeyle sırıtmaya başladı.

“Valla dediğim gibi ikisi de bayağıdır yok ortalarda. En son Serenay tek başına gelmişti. Serkan’ın çantasını alacaktı ama sonra o akbaba tipli yaşlı adam geldi ve kızı alıp apar topar gitti.

Akbaba tipli yaşlı adam… Şerif abi!

“Ayı gibi çekiştirdi kızı. ‘N’apıyorsun ya!’ dedim ama beni “Sen karışma Otogar pişmaniyesi!” diyerek tersledi sonra da yaka paça götürdü kızı.

Otogar Pişmaniyesi? Kahkaha atmamak için dudağımı ısırdım. Kesinlikle Şerif abiydi.

“Vay hayvan!” dedim zorla.

“Taam bir hayvan.” diyerek onayladı kız.

Kızdan yana çıkarak sürdürdüğüm konuşma hızlı bir flörte dönmüştü. Kızda on kişiye yetecek kadar libido olması neyse ki işimi kolaylaştırdı. Ne Serkan’a ne de Serenay’a ulaşılamıyordu ama bakılacak bir yer daha vardı. Serkanla birlikte  ara sıra takıldıkları arkadaşları Cihan. Belki orada olabilirlerdi.

Flörtümü biraz daha devam ettirdikten sonra ayaklandım. Kız bana söylemese de muhtemelen o iki narkotik de buraya gelip çalışanları sorgulamıştı. Belli ki polis oldukları için kimse bir şey anlatmamıştı; ama yine de hızlı olmalıydım eğer ben bu bilgilere ulaştıysam onlar da ulaşırdı.

Cihan’ın evine gittim,kapıyı yine küçük bir numarayla açarak içeri girdim. Bu sefer arkama bakmayı da ihmal etmedim. Koridorun sonundaki girişe asılmış hasır boncukların arasından geçerek dağınık salona ulaştım. Bir sürü etnik motifin ve heykelin olduğu eski bir evdi. Etraftaki bonglar da bana bilmem gereken her şeyi anlatıyordu. Vay arkadaş! Gerçek hayat neden bu kadar klişe olmak zorunda? Etrafa bakındım. Odaları gezdim, ipucu aramaya koyuldum. Kızı bulacağıma emindim ama  burada değildi.  Hayal kırıklığı içinde holde kalakaldım. Peki ama neredeydi? Şerif abi onu bir yere mi saklamıştı ya da daha kötüsü o herifler benden önce mi gelmişti. Yo, yo… Öyle olsa kapı zorlanmış olurdu. Girdiğimde anlardım… Değil mi? Şerif abi, kızı bir yere sakladıysa bulmam çok zordu. Kendi evi olmayacağı kesindi. Acaba başkası adına tuttuğu ev var mıydı?

Hay Allah kimden nasıl öğreneceğim? İşte tam bir çıkmaz! Kimdi bu kız ve ben onu nasıl bulacaktım?

Vuuuuup!!!

Arkamdan gelen sesi son anda duyarak eğildim. Karşıma mor bir vileda sopasını tutmakta olan panik halinde bir kız ışınlanmıştı. Hemen arkasındaki gömme dolabın açık kapısına bakılırsa sopayı oradan almıştı. Süpürge dolabı! Ben nasıl oldu da bunu fark etmedim, tabii ya!

Bir Vuuup daha. Kolayca savuşturdum.

“Yaklaşma bana, patlatırım kafanı. Uzak dur dedim!”

Bardaki kız gibi, bir sürü dövmesi vardı. Bacağında, kolunda, belinde, boynunda… Siyah saçlarının bir kısmını maviye boyamıştı. Yırtık pırtık bir pantolonu ve göğüs kısmı dövmesi gözükecek şekilde kesilmiş bir Ramones tişörtü giymişti. Göğsündeki dövmede Fransızca “J’aime mes erreurs” yazıyordu. Bardaki kızla kıyaslanamayacak kadar güzeldi ama bir sürü dövmeyle sanki bunu  örtmeye çalışıyordu. Korku içinde olmasına rağmen yine de sopayı güzel savuruyordu. İstesem elinden alabilirdim ama bunun için ona doğru hamle yapmalıydım. Bu da onu korkuturdu ve istediğim son şey de buydu. Güvenini kazanıp sopayı bırakmasını sağlamak zorundaydım.

“Dur bi’ dur, şşşş sakin. Yok bi’ şey bak…”  Bir savurma, bir vuup daha.

“Patlatırım beynini geri zekalı herif. Defol git burdan!”

“Yaa bi’ dur, aaaaa! Bağırıp çağırma!  Bi’ sakin ol. Serenay mısın sen?”

“Sana ne, kimsem kimim! Esas sen kimsin de gizlice giriyorsun buraya?”

“Bak şimdi, Allah aşkına şunu savurup durma. Sana saldıracak falan değilim. Bak, bak silahım falan da yok.”

Başka savurma olmadı. Ama kız Conan’ın kılıcı gibi sopayı kaldırmış savunmada bekliyordu.“Bıçak, bıçağın vardır kesin. Bıçak çekeceksin değil mi bana? Sinsi seni.”

“Sinsi mi?” kendimi tutamayıp hafif bir tebessüm ettim ama kız sopayı savurmak için hareketlenince hemen ellerimi uzatarak durması için bağırdım.

“Yok,yok bıçak yok. Hiç bi’ şeyim yok.” Ulan bıçak olsa Vileda sopasından mı korkacağım zaten! “Beni Şerif abi yolladı. Yani dolaylı yoldan diyelim. Onun sayesinde buradayım işte.”

Kız Şerif abi ismini duyunca gözleri merakla kısıldı. Sopayı tutan eli gevşedi, ama savunma pozisyonunu bırakmadı.

“Serenay?” dedim. Bir yandan da ellerimi yere doğru sallayarak sakin olmasını sağlamaya çalışıyordum. Kız başıyla onayladı.

“Bak benim adım Tibet, Tibet Taylan. Ben Şerif abinin arkadaşıyım.”

“Ay ne uyduruk isim o öyle,” deyip sopayı tekrar sıkmaya başladı. Haydaa! Bu gün ikinci kez ismime laf ediliyor. Nesi vardı ki ismin?

“Bak o sopayı savurmadan önce bi’ dur lütfen de söyleyeceklerimi dinle. Ben senin gibi Şerif abinin yardım ettiği insanlardan biriydim tamam mı? Onu kimin öldürdüğünü bulmaya çalışıyorum ama bi’ şekilde senin adın karşıma çıktı.Vurulmasından bir gün önce seni Tornado’dan aldığını öğrendim. İnan ki, sadece yardım etmeye çalışıyorum. En azından Şerif abiye olan borcumu belki böyle ödeyebilirim.

Kızın gözlerinin içine baktım “Serenay. O iki adama karşı tek şansın benim.”

“İki adam mı?” Dudakları titremeye başladı.

“Evet, o iki polis.”

Vileda sopası elinden kayıp düşerken o da yere çöküp ağlamaya başladı.

“Söyledim. O salağa bin kere söyledim. O adamlara bulaşma dedim, ama beni dinlemedi.”

Seranay’ın bir süre ağlamasına izin verdikten sonra başına gelenleri dinledim. Barda çalışan erkek arkadaşı Serkan, aynı zamanda küçük çaplı bir kuryeymiş. Polis baskınını haber alan bağlantısı, yakında oturduğunu bildiği için aceleyle Serkan’ı arayıp saklaması için koca bir çanta dolusu eroin vermiş.

“Ama o salak, ‘Bi’şey olmaz bebeğim yaa!’ dedi ve kendi kafasına göre o çantayı açıp içindeki paketlerden birini aldı,” diyen Serenay’ın gözleri yaşlıydı ama suratı öfke doluydu. “Çantayı almaya gelecek kişiyle buluşacaktı. Ama öncesinde o ayırdığı paketi gidip sakladı. Sonra da buluşma yerine gitmek için yola çıktık benim Vespa’yla. Buluşma yerinin yakınındaki yan sokağa motoru bıraktıktan sonra ‘Adamlar şimdi seni görmesin,’ deyince Serkan’ın beklediği kaldırımın karşısındaki giysi kumbarasının oraya saklandım. Eski bir araba geldi. İçinde sakallı, pis görünüşlü bir adam vardı. Serkan araca girip çantayı ona verdi. Konuşurlarken adamın sesi yavaş yavaş yükselmeye başladı. Tam anlayamadım ama sonra, sonra…” iç çekip derin bir nefes aldı. “Saldırıp Serkan’ı dövmeye başladı. Kafasına vura vura arabadan indirdi ve bıçak gibi bi’ şey çıkardı ve onun, onun… boğazını kesti.”

Kendine hakim olamayıp tekrar ağlamaya başladı. Kız şahit olduğu cinayetin şokuyla olduğu yerde büzülüp kalmıştı fakat kısa bir süre sonra sindiği yerden kaçması gerektiğini de idrak etmişti. Neyse ki giysi kumbarası, Vespa’sını park ettiği yan sokağın hemen başındaydı. Hızlıca motoruna koşarken adam onu fark etmişti.

“Ben onu tanımıyorum ama adam, adam beni tanıyordu. Arkamdan bağırdı hem de adımı söyleyerek. Ama o yetişemeden motora atlayıp kaçtım.”

Kız neyse ki akıllıca davranıp kendinin ya da Serkan’ın evine gitmek yerine Cihan isimli arkadaşlarının evine saklanmıştı. Ertesi gün annesinden gelen bir mesajda onu iki polisin aradığını öğrenmişti. Olayı polisin öğrendiğini düşünerek en yakın karakola gitmeye hazırlanırken Şerif abi işe dahil olmuştu.

Kızın şansı annesinin bizim “Kasabanın Şerif”ini tanıyor olmasıydı. Polisten önce onun yanına giden Serenay başına gelenleri anlatınca Şerif abi karakola gitmesini engelleyip onu bir süre ofiste saklamış, kısa süren araştırma sonrasındaysa Serkan’ın ölümüyle ilgili herhangi bir bilginin sisteme düşmediğini öğrenmişti.

“Ah bu sülalesini  *#+%&…lerim kesin çocuğu öldüren herifin hesabına çalışıyorlar,” demiş Serenay’a. “Seni bulup kalan malın yerini öğrenmeye çalışacaklardı demek ki. Sakın karakola gitme, sen ne olduğunu anlamadan davayı üstlerine alır ve seni de yakarlar.”

  Kız bir süre Şerif abi’nin ayarladığı yerlerde kalmıştı ama onun vurulmasından sonra korkup tekrar Cihan’ın evine dönmüştü. Sonrası benimle karşılaşana kadar evde saklanması ve Vileda sopası.

“Peki ne yapacağım ben şimdi?” Serenay gözleri yaşlı, korkuyla bana bakmaktaydı. Ben ise ne diyeceğimi bilmez bir şekilde kıza bakıyordum. Cengaverce atıldığım maceramın sonunda ne bok yiyeceğimi bilmez bir hâlde kalmıştım. Durum çok tehlikeliydi ve bir de işin içinde iki kirli polis vardı. Fakat ne olursa olsun bu kıza sırtımı dönemezdim.

“Bak bu adamlardan kaçamayız. Öyle filmlerdeki gibi sana sahte kimlik hazırlayacak birilerini falan da tanımıyorum. Tek şansımız o malı bulmak. Belki onun üzerinden pazarlık yapabiliriz. Daha doğrusu ben yapabilirim. Senin ortalarda olman tehlikeli en iyisi onlarla hiç yüz yüze gelmemen.”

“Ama …”

“Aması yok Serenay. Bu adamlar ikimizi de harcar, onları alt etmek istiyorsak onlarla yüzleşmek zorundayız. Şimdi bana karşı dürüst ol, eroin paketinin yerini biliyor musun?”

Kız evet anlamında başını salladı.

“Tamam… aklımda bir fikir var ama önce seni buradan çıkaralım çünkü bizim Otogar Pişmaniyesi er geç o iki polise de öter ve seni yakalarlar.

“Otogar Pişmaniyesi mi?” dedi kız şaşkın gözlerle?

“Off!” dedim. “Boş ver sonra anlatırım, şimdi bir iki telefon açmam lazım.”

***

“Oğlum sen manyak mısın?” Yarım saat içinde bu cümleyi ikinci kez duyuyordum. Telefonun diğer ucundaki, arkadaşım Yavuz’du.

Yavuz gazeteciydi. Kendisi iyi bir gazetede çalışıyordu ama gayet sıkıcı ve kimsenin ilgisini çekmeyen haberler dışında bir şey yayımlattığını görmemiştim. Yılın haberini ayağına getirdiğimde, bir çok meslektaşı gibi taşları sallamak yerine paniğe kapılmıştı. Başına açacağımı düşündüğü dertlerin korkusu gazetecilik aşkına galip gelmişti.

“Hadi haberi yaptım. ‘Polis’ diyorsun be abi, nasıl olacak bu? Gazete yayınlar mı sanıyorsun? Hadi yayınladı diyelim, sonrası zaten başka dert.”

“Ay ne gazeteymiş be! Ulan zaten gazete mi kaldı. İnternet haberi yaparsın, olmadı ver Twitter’a gör bak o zaman neler oluyor!”

“…”  Sessizlik, güzel!
“Bak uyuşturucu bağlantılı cinayete karışan iki polis diyorum sana, daha ne olsun?”

“E, iyi de o zaman kanıt lazım, video çekmemiz lazım,” dedi Yavuz. Başını derde sokmak istemiyordu ama böyle sansasyonel bir haberi tepmeyi de kendine yediremiyordu.

“Ah be adam! İki saattir ben sana ne anlatmaya çalışıyorum?”

Diğer manyaklık suçlaması ise Sami abiden gelmişti tabii ki. Olayları öğrenince aklı çıkmıştı. Bir an kendimi tutamayıp heyecanla oynayan göbeğinin o kuru kafa tişörtüne ne gibi şekiller verdiğini düşünmeden edemedim. Her neyse o da herkes gibi pis bir işe bulaşmak istemese de düzgün adamdı. Böyle bir durumda bizi geri çevirmezdi.

Biraz söylenme, biraz da küfür sonrası Serenay’ı evinde saklamayı kabul etti. Ama önce gidip malı saklandığı yerden almalıydık. Sonra ben Serenay’ı Sami abinin yanına bırakıp adamları arayacak ve uygun bir yerde buluşacaktım. Yavuz’un çekeceği videoyla onlara geri adım attıracaktık ya da… “ya da”sı pek hoş değil. Çok da dahiyane bir plan sayılmazdı ama ben de Sherlock Holmes değildim. Yavuz’un çekeceği canlı videoya bel bağlamaktan başka çaremiz yoktu.

Tornado, olayların başladığı yer olduğu için düğümün çözüleceği yer olması da gayet uygundu. Serkan, eroin poşetini depodaki kiloluk kahve paketlerinden birinin içine koymuştu. Biz de gece dört gibi kimsenin olmadığı bir saatte barda buluştuk. Neyse ki Serenay’da yedek anahtar vardı. Sami abi dışarda nöbetteyken biz içeri girdik. Yavuz hareketlerimizi videoya çekerken bir yandan da durumu özetliyordu.

Paketi aldıktan sonra Sami abinin yanına dönüp Serenay’la ikisini buradan uzaklaştırmalı ve polisleri arayıp ayarladığımız buluşma noktasına gelmelerini sağlamalıydık. Yavuz’un araştırması sonucu bulduğu telefon numaralarından İsmail Demir’i aradım.

“Geldiklerinde canlı yayına başlıyoruz. İsteseler de silemezler videoyu. Direkt yayındalar,” dedi. Telefon çalınca ona sus işareti yaptım.

“Zaten o sırada Serenay da Sami abinin yanında güvende olacak,” diye konuşmaya devam etti. Elimi hızla salladım “Ya bir sus, telefon çalıyor.”

Yavuz otomatiğe bağlamış konuşmaya devam ediyordu. “Hiç şansları yok,” derken telefon sinyali meşgule düştü. Dönüp ”Ulan kapadı herif!” dedim.

“Kusura bakma genç, bilmediğim numaraları açmıyorum.”

Şaşkınlık içinde sesin geldiği yöne döndüm. İsmail Demir elinde telefonuyla karşımıza dikilmişti. O ve alçılı koluyla bana pis pis bakan Alperen Sayman.

***

Bakışlarımı “Bittin oğlum sen, bittin.” diyerek beni tehdit eden kırık kollu pisliğin gözlerine kitlemiştim. “Ulan ite bak birde dik dik bakıyor,” dedi.

“Alperen tamam.” dedi İsmail. Ardından bakışlarını Yavuz’a çevirdi.  “Oğlum, sen de kapat bakayım o telefonu, oradan çaktırmadan bir şeyler yapmaya çalışıyorsun. Sanki görmüyoruz.”

“Nasıl? Buraya geleceğimizi nasıl öğrendiniz?” diye sordum.

“Valla ben buraya gelecek kadar salak olacağınızı tahmin etmemiştim. Ama yanılmışım.” dedi İsmail kafasını sağa sola sallayarak. “Aklınız sıra, malı alıp bize şantaj yapacaktınız değil mi? Serkan’ın malı buraya koyduğuna zaten emindik bulmamız an meselesiydi, bize esas Serenay lazımdı ki sayenizde o sorunu da hallettik.”

“Yeter ya mahvettiniz beni. Bıktım artık yeter!” En sonunda daha fazla dayanamayan Serenay bağırmaya başlamıştı. “Önce Serkan’ı öldürdünüz sonra da başımı türlü derde soktunuz. Aldınız işte alacağınızı. Bırakın da gidelim işte! Daha ne istiyorsunuz?”

“Senden hiçbir şey istemiyoruz.” Polislerin arkasındaki kapıdan orta yaşlarının başında esmer, zayıf ve tilki suratlı bir adam belirivermişti. Onu tanımasam herhalde bu dramatik giriş karşısında sinirim bozularak gülerdim. Ama Ejder Olgun’a gülemezdiniz.

Serenay onu gördüğü anda susup gerilemeye başladı. Ejder parmağıyla önce onu sonra da bizleri göstererek konuşmaya devam etti.

“Artık bizim için yapabileceğiniz hiçbir şey yok. O tren çoktan kalktı,” dedi yaklaşarak.

Yavuz ise şaşkın bir isyandaydı“Siz iki narkotik polisi Usturalı Ejder’e mi çalışıyorsunuz yani? Sokak aralarında iş tutan çeteciye,” dedi öfkeyle.

“Bak bak! Laflara bak! Kimi bekliyordun lan dürzü, Marlon Brando’yu mu?” yavaşça Yavuz’a yaklaşan Usturalı Ejder’i sakinleştirmek için hemen araya girdim.

“Hocam bak bir sürü karmaşa oldu. Ben seni bilirim. Sen de beni görmüşsündür. Eskiden Üsküdar’da Kandemir abinin yanındaydım. Bırak çocukları gitsinler. Biz seninle anlaşırız. Biliyorsun boş değilim. Ödeşmenin yolunu buluruz elbet. Ben kefilim, bunlar ağızlarını açmazlar.”

Usturalı kısa bir an durumu düşünür gibi olsa da olumsuz bir bakışla bana döndü“Bu saatten sonra senin bana yarardan çok zararın olur,” dedi suratını ekşiterek. “Şimdi ver bakayım o malı, siz de şöyle köşeye geçiverin.”

Ejder’i oyalamak için öne sürdüğüm geçmişim de işe yaramamıştı. “Bari Sami abiyi bırakın.” dedim teslimiyeti kabul ederek. “Kaç yaşında adam bizim yüzümüzden yanmasın.”

“Sami mi?” dedi Ejder şaşkın “Sami de kim ulan?”

***

Deponun dışına çıkarılmıştık. Biz kapıda koyun gibi dizilmiş dururken adamlar arkalarını çöp konteynırlarına vermiş tartışıyorlardı.

“Ulan siz bakmadınız mı dışarı?  Nerede bu Sami denen herif?”

“Her yere baktık diyorum. Yok kimse etrafta. Ayak yapıyorlar. Hadi uzatmadan bitirelim şu işi.”

“Böyle olmaz,” dedi İsmail sıkkın bir şekilde “Ben tanıyorum o Sami’yi Şerif’in yakınıydı. Demek ki bu da tanıyor. Bu iş artık burada olmaz. Fikirtepe’ye geçmemiz lazım.”

Adamlar belli ki bizi barın içinde temizleyip istedikleri hikayeyi uyduracaklardı ama Sami abinin sırra kadem basması tüm planı değiştirmişti. Bizi Fikirtepe’de bir yere götürüp infaz edeceklerdi.  Çaktırmadan adamlara yaklaşıp aralarına dalma planı yaparken onlar hararetle tartışıyorlardı. Ejder para yedirdiği iki polise iyice yüklenmeye başlamış, en sonunda İsmail dayanamayıp parlamıştı.

“Sana enselenme diye tiyo verdik gittin çantayı o müptezele emanet ettin. Şimdi de gelmiş bize mi çatıyorsun Ejder?”

 Tartışma alevlenirken iyice yaklaşmaya başlamıştım,ama İsmail beni fark edip ceketinin altına sakladığı silahını doğrultarak“Şşş, o iş anca bir kere olur,” dedi.

“Ne o sokak ortasında mı vuracaksın? Her yer güvenlik kameralarıyla dolu.”

“Sen rahat ol aslanım.” dedi Alperen.  “Biz o işi hallettik. Bu sokaktakilerin hiçbiri kayıtta değil.”

“Bok değil!”

Ara sokaktan gelen ses hepimizi susturmuştu. Yavaş yavaş sokaktan çıkan adama inanmaz gözlerle bakıyorduk.

Uzun siyah pardösülü, kel bir hayalet karşımızda belirivermişti. Ulan kel hayalet mi olur?

Şerif abiydi bu. Yaşıyordu!

“Vay be İsmail. Hadi o yanındakini anladık; ama sen nasıl bu heriflere uydun be oğlum?”

Şerif abinin hayal kırıklığı dolu bakışlarına şaşkın gözlerle karşılık veren İsmail adeta bir rüyadaydı. “Nasıl? İmkân yok. Seni ben, ben…”

“Vurdun,” dedi Şerif Abi.

Hayal kırıklığı dolu bakışları şimdi avına bakan kurda dönmüştü. “Nişancılığınla çok övündüğünü biliyorum ama beni vuracaksan öyle uzaktan değil, gelip buradan, nah alnımdan vuracaksın! Ulan geri zekâlılar bir tek siz mi dümen çevirmeyi biliyorsunuz. Kendinize o kadar güveniyorsunuz ki gelip morga bile bakmıyorsunuz. Kızı aramak için harekete geçip ortalığı karıştıracağınızı biliyordum. Siz beni öldü sanırken ben de son ayarlamaları yapıyordum. Lakin işe bak ki Tibet’in süper kahramancılık oynayacağı tuttu ve bir de gidip Serenay’ı buldu. Ulan Tibet! Gerçekten helal olsun vallahi! Bu iki hıyar bir de polis olacaklar. Sen onlardan acar çıktın. Tabii senin yüzünden bunları iş üstünde enseleme planım az kalsın gümbürtüye gidiyordu. Neyse ki, siz buraya gelince işler rayına oturdu,kendini avcı sanan bu avlar elime düştü.”

Sonunda Şerif abi bakışlarını Usturalı’ya çevirmişti. “Vay be havalara gel hele. Kertenkele Orhan, olmuş mu sana Usturalı Ejder. Lan! Berber çıraklığını bile beceremeyen adam başımıza mafya kesildi iyi mi?”

Artık bu son laf mı bardağı taşırmıştı, yoksa gözü mü dönmüştü bilemiyorum ama sonunda Ejder dayanamayıp o meşhur usturasını çekiverdi.

“İndirin şu herifi!” diye bağırarak üstüme atılırken silahlar  patlamaya başlamıştı. Yavuz Serenay’ı kaptığı gibi yere kapaklandı. Bense Ejder’in usturasını düşürmek için hızlı bir darbeyle eline vurdum. Düşen usturayı olduğu yerde dönerek diğer eliyle kapan Ejder belki berberlikten kovulmuştu ama belli ki yakın dövüşte pek de boş değildi. Biz kapışırken sağımdan solumdan vızıldayarak geçen kurşunlar arasında İsmail’in kendini çöp konteynırına siper ettiğini hayal meyal görmüştüm. Alperen’in ise Şerif abiye ateş etmekten daha önemli işleri vardı. Beni vurmak gibi!

Biz Ejder’le dövüşürken o da bana doğrulttuğu silahını ateşlemek üzereydi ama o hengâme arasında duyduğumuz “Hayyyyyyt.” sesiyle beraber gelen koca bir cüsse tarafından ayakları yerden kesiliverdi.

Satanist Sami, Şerif Abi tiradını atarken arkadan dolaşmış ve tam zamanında gelerek Alperen’in beni kevgire çevirmesini engellemişti. Kirli polisin şuurunu kaybetmeden önceki son sözleri”Ne bu a…. koyayım her köşeden adam çıkıyor,” olmuştu.

Ejder ise, bu sırada sağa doğru geniş bir yay çizen usturasıyla gardımı aldığım sol dirseğimi kesti ama suratı da kabak gibi ortada kalmıştı. Burnuna yediği sağ tekmemle sersemleyince de ardı ardına yaptığım saldırılara daha fazla karşı koyamayarak devrildi.Usturası da tıngırdayarak sokağa düştü.

Bizim kapışmamızla eş zamanda Şerif abi de İsmail’i bacağından vurarak çatışmayı noktalamıştı. Dengesini kaybeden İsmail çöplerin arasına devrilmişti ama bir yandan da hala doğrulmaya çalışıyordu.

 “At artık silahı İsmail!” diye bağırdı Şerif Abi “Ya da istiyorsan hemen şurada ödeşelim ama bu sefer benim seni nerenden vuracağımı çok iyi biliyorsun.”

İsmail’in silahı hâlâ elindeydi ama ne ateş ediyordu ne de teslim oluyordu. Bakışları tek tek üstümüzde dolaştı.Sonra da dönüp yerdeki suç ortaklarının ve en son tekrar Şerif abinin. Derken yüzünde kısa bir kararlılık anı belirdi ve silahını indirdi.

Teslim olduğunu belirten bir jest yapmıştı ki birden ufak bir bilek hareketiyle indirdiği silahını ateşledi. Şerif abinin tetikteki parmağı da hızla karşılığı verip İsmail’i silahı tuttuğu elinden vurmuştu ama ölümcül kurşunun hedefini bulmasını engelleyememişti.

İsmail yere devrilirken biz de şaşkın bir şekilde birbirimize baktık ve sonra da bir zamanlar Usturalı Ejder olarak bilinen cesede.

***

Neyse ki, süvari birliği sonunda gelmişti. Mavi kırmızı ışıkların aydınlattığı sokakta koşturan polislerin arasında dururken pek de kolay toparlanamayacak bu durumdan nasıl sıyrılacağımızı düşünüyordum. Biraz uzağımdaki Şerif abinin  savcıyla el sıkıştığını gördüğümde nasıl rahatladığımı anlatamam. Belli ki Şerif abi, savcıyla iletişime geçip çok önceden durumu bağlamıştı. Nasıl diye düşünmeye pek lüzum yoktu. Kasabanın Şerif’inin sistemi daima çalışırdı. ‘Sana yardım ediyorum fakat unutma bir gün sen de bana yardım edeceksin. Koşulsuz!’

Savcının elini sıktıktan sonra önce Serenay’ın yanına gelip kıza sarıldı sonra da sıra bana gelmişti.

“Abi sen nasıl bir adamsın ya! Kaç gün yasını tuttuk. Nasıl yaptın tüm bunları?”

“Oğlum Sherlock Holmes romanı mı bu şimdi oturup sana tek tek anlatayım,” dedi azarlayarak. “Bu tipini gondiklediklerim tuzak kurup gece vakti vurdular beni. İsmail de herhalde kendini Clint Eastwood sanıyordu ki iki el ateş edip doğru düzgün bakmadan uzadı. Neyse işte, ben zaten tetikteydim, çelik yeleğim üstümdeydi.” Gülümseyerek göz kırptı “E, artık gerisini de anlamışsındır. Bu salaklar beni öldü sanınca rahatladılar, bu sırada ben de elime düşecekleri anı bekliyordum ki sen gelip her şeyi bok ettin.”

“Abi ama aşkolsun ya ben ne bileyim böyle olacağını. Biz gerçekten seni öldü sandık.”

“Oğlum kaç kere dedik bu işlere bulaşmayacaksın artık diye. Sana mı kaldı polisçilik oynamak.” İtiraz edecekken elini kaldırıp beni susturdu. “Tamam tamam her şeye rağmen kızmıyorum sana çünkü siz içerdeyken erketede bıraktığınız Sami’nin karşısına dikildiğim andaki suratını unutamayacağım. Herif bir anda imana geldi,” diyerek gülmeye başladı.

“Şerif abi. İsmail neden Ejder’i vurdu?”

Gülmesi kesilen Şerif abi bir an beni süzdü sonra bir lise öretmeni edasıyla sorumu yanıtladı.

“İsmail akıllıca bir hareket yaptı. Onun öteceğini ve karıştığı birçok olayın da ortaya çıkacağını biliyordu. Ejder’i öldürdü ve böylece diğer suçlarının da üstünü örtmüş oldu.”

“Vay be! Adama bak sen.”

“Neyse hadi daha dünya kadar işim var benim. Git şu yarana baktır sonra da Yavuz’u alıp ifadeye gelin. Ama önce benim yanıma uğramayı unutmayın. Şimdi gider haberi internete atar manyak, sonra yedi bayram s*kseler ortalığı toparlayamayız.”

Şerif abiden yediğim küfürlü azarın mutluluğuyla uzaklaşmasını seyrederken bir an durup içine düştüğüm durumu düşündüm. Şu kısa sürede nelere bulaşmıştım ama en azından borcumu…

“Haa unutmadan,” dedi son anda dönerek. “Yediğin haltlardan sonra borcun iki oldu ona göre. Artık sen kendini ayarlarsın.”

Sonra arkasını dönüp uzaklaştı.

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

En Son Yazılar